

Size… Yanımdan geçip gidenlere, beni gördüğü zaman içindeki vicdan adlı kıpırtıyı sakinleştirmek için hafifçe gülümsemeye çalışanlara, benim gibi bir derde sahip olmadığı için bana dair minik üzüntüsünün yanında kendisine dair kocaman bir şükre yer verenlere, dalgın dalgın yürürken bana rastlayınca ürktüğünü kimseler sezmesin diye panikleyenlere, üzerimdeki kirleri, pislikleri onlara da bulaştırmayayım diye tam yanıma gelince mesafeyi aralayanlara, anneme sabır dileyenlere, bana acıyanlara… Anneme daha çok acıyanlara…
Sıradan hayatım ağzımdan çıkıveren iki hecelik dev kelimeden öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayrılıyor. Kısmen de olsa daha güzel olduğu için sonrasını anlatacağım.
Babamın hayatında, on yedinci yaşımın bitmesine çok az kala var olabildim. Yani birkaç ay önce. Öncesinde babam sadece evimizde konaklayan ve benden köşe bucak kaçan aynı sofradayken dahi beni görmemeyi başarabilen, taşkınlıklarım sabrını zorladığında yemeğini yarım bırakıp giden bir adamdı. Bir gün hiç beklemediğimiz bir anda tekrar edip durduğum heceler “baba” kelimesini oluşturuverdi. Salonda oturuyorduk, annem henüz bulabildiği dinlenebilme fırsatını heba etmemek adına tülbent oyalıyor, babam elinde televizyon kumandasıyla hangi haber programını izleyeceğine karar veremiyor, bir yandan da çayına attığı iki şekeri eritmeye çalışıyordu. Ben bardağın içinde dönüp duran kaşığa, kaşığın bardağa çarptıkça çıkardığı sese ve şekerin kayboluşuna dikkat kesilmiş, tüm dikkat kesildiğim zamanlardaki gibi ağzım aralık bakakalmıştım. Ağzımdan akıveren salya ip gibi incecik olmuş, kamburum iyice belirginleşmiş, ellerim dizlerimin üzerinde tavana bakıyordu. Babam, kaşığı çayın içinden çıkarıp iki kez bardağa vurunca yükseklerden düştüğümü gördüğüm rüyalardan uyanır gibi sıçrayıverdim. Ben sıçrayınca ağzımdan ellerime uzanan ip koptu. Ellerim, ki heyecanımın tercümanı, çırpınmaya başladı. Her şey o an oldu, “ba-ba” deyiverdim. Babam bana baktı, sanıyorum gördü de, çayından bir yudum aldı, televizyonun sesini kıstı ve yanıma geldi. Annem elindeki tülbendi kenara bırakmış babama bakıyordu, ben çırpınmaya devam ediyordum.
Babam yanıma geldi, oturdu. Uzak kaldığını düşündü galiba, kalkıp biraz daha yakına tekrar oturdu. Anneme baktı, yüzünde bir yerlere, gözlerine değil. Kolunu kaldırıp gömleğinin manşetiyle önce gözlerinden yuvarlanan damlaları kuruladı, sonra da yanağımdaki, çenemdeki, boynumdaki daimi ıslaklığı. Bana sarıldı. Beni öptü. Ben o sırada bir yandan ağzımı kocaman açmış gülüyor, bir yandan da çırpınmaya devam ediyordum. Başını dizlerime koydu, bir süre kaldı öyle, sarsıldı durdu. Kalktığında dizlerimdeki ıslaklığı annem de ben de fark etmedik, zaten buna gerek de yoktu.
Size acayip sıradan bir günümden bahsedecektim. Her sabah erkenden uyandığımdan, annemi de uyutmadığımdan. Soğukmuş, sıcakmış, yağmur, kar yağıyormuş aldırmadan her kahvaltı sonrası parka koşuşlarımızdan, parktaki teyzelerin çocuklarına zarar veririm endişesiyle benden uzak duruşlarından. Karşılaştığımız herkesin anneme akıl verişinden. Müzeyyen teyzeden, bana annemden (ve birkaç aydır babamdan) sonra tek sarılandan, bana dokunduktan sonra gözleri ıslak mendil aramayandan…
Vazgeçtim.
Şadiye Sare Kaplan
6 Yorum