Hayy Bin Yakzân

Annesi onu bir ağaç kovuğuna saklayıp, “Buradan ayrılma! Sakın çıkma!” demişti. Ormanda yankılanan çığlıklar, savaş nidaları, yırtıcı kuş seslerinin taklitleri ve öldürücü darbelerle can veren insanların hırıltılı son sesleri dinmiş; adaya derin bir sessizlik hâkim olmuştu. Hayy henüz dört yaşındaydı. Annesi geri dönmeyince, göz kapaklarına ağırlık çökmüş, uyuyakalmıştı. Uyandığında kovuktan çıktı: Şafak sökmüştü. Yerde uzanan cesetler arasında dolaşırken hiçbir şey anlamıyordu. Annesini görünce yanına çömeldi. Seslendi, dokundu; fakat annesi kıpırdamıyordu.

Karşı kıyıdan gelen düşman kabilesi, âni bir gece baskınında herkesi öldürmüş, hayatta kalan birkaç kişiyi de esir alıp götürmüştü. Hayy’ın annesi ve babası da ölenler arasındaydı. Ölümün ne anlama geldiğini henüz bilmiyordu; annesinin cesedinin yanında toprakla oynuyordu. Güneş yükseldikçe cesetler çürümeye başlamıştı ama adada vahşi hayvan bulunmadığı için bedenler olduğu gibi kalıyordu. Hayy, annesinden öğrendiği gibi, yanından geçen küçük örümceklere elini uzatıyor, sonra onları ağzına atıyordu. Ne kadar beklese de, annesi uyanmıyordu. Ortalığı insan eti kokusu sarmıştı. Geceleri kovuğuna çekiliyor, gündüzleri çürümüş bedenin başında oturuyordu. Zaman zaman ağlıyor, bir böcek ya da kuşun dikkatini dağıtmasıyla susuyordu. Gün geçtikçe haşereler ve fareler sayesinde cesetlerden geriye bir şey kalmamıştı. Annesinden kalan kemikler zamanla Hayy için anlamını yitirmişti.

Zamanla daha rahat yürümeye ve çevresini keşfetmeye başladı. İçinde bastıramadığı bir merak vardı. Etrafındaki her şeyi dikkatle izliyor, anlamaya çalışıyordu. Bir gün, yaslandığı yerden elindeki dal parçasıyla bir örümceği öldürdüğünde bir şey keşfetmiş oldu. Gözleri parladı. Ulaşamadığı meyvelere taş veya dal fırlatarak erişmeye başladı. Adada ihtiyacını karşılayacak pek çok meyve vardı. Hangisinin yenebilir olduğunu tadına bakarak öğrenmişti.

Yalnızlık ve avarelik, adayı baştan sona gezmesine ve her şeyi uzun uzun gözlemlemesine imkân tanıyordu. Ceylanları dikkatle inceliyordu. Özellikle yavruların, diğerleri gibi ot yerine annelerinin karnındaki bir keseye yapışmaları ilgisini çekmişti. Bu merak onu öyle sardı ki bir gün ayağı sakatlanmış bir anne ceylanı yakaladı. Hayy, henüz bir çocuk olmasına rağmen oldukça güçlüydü. Uzun uğraşlar sonucu ceylanı yere yatırdı, boynunu bacaklarıyla sıkıştırıp arka ayaklarını kavradı. Ceylanın memesine ağzını dayayıp süt emdi. Ancak bu tat için o kadar zahmete girmeye değmediğini düşündü ve ceylanlarla ilgilenmeyi bıraktı. Şimdi ilgisini sincaplar çekiyordu. Yakalamak istiyordu ama ağaçların tepesine kadar tırmanan bu çevik yaratık karşısında, bütün gayretine rağmen yetersiz kalıyordu. Günlerce sincabı kovalamış ama başaramamıştı.

Kovukta geçirdiği çocukluk anılarını ve annesini çoktan unutmuştu. Ne olduğunu, nasıl olduğunu hayal meyal bile hatırlamıyordu. Fakat yaptığı gözlemler sonucunda, kendisinin de tıpkı diğer hayvanlar gibi bir benzeri olması gerektiğini, bir doğumla dünyaya gelmiş olabileceğini düşünüyordu. Bu fikrinde, insan iskeletlerini kendi beden yapısına benzetmesi etkili olmuştu. Bir gün yine sincabı yakalamaya çalışırken, cesetlerin arasında bulduğu sivri uçlu mızrakları hatırladı. Bunlardan biriyle günlerce sincabın peşinden koştu ama sonuç alamadı. Yorulmuş, usanmış ve umutsuzluk içinde sırtını bir ağaca yaslayıp oturdu. İlk kez kendini anlamsız hissetmişti. Adayı paylaştığı bütün hayvanların benzerleri vardı ama o yalnızdı.

Başını kaldırdığında, günlerdir yakalamaya çalıştığı sincabın, karşısındaki bir ağacın gövdesinde durup kendisine baktığını gördü. Hayy bunu bir meydan okuma olarak algıladı. Gözlerini sincaptan ayırmadan mızrağını kaldırıp fırlattı. Mızrak sincaba saplandı; hayvan yere düştü, can çekişiyordu. Hayy büyük bir taşkınlıkla koşarak yanına gitti. Diz çöktü, yumruklarını ve dişlerini sıktı. “Imm, ımm, ımm…” diye inliyor, vücudu titriyordu. İçinde daha önce hiç hissetmediği bir duygu uyanmıştı. Gözlerinden yaşlar akıyor, kendini ilk kez bu kadar güçlü hissediyordu. Ağladığını hatırlıyor ama neden ağladığını bilmiyordu. Hayatında ilk defa bir “ben” hissine varmıştı. Kendine “ımm” (ben) demişti.

Artık adada dolaşırken, meyve yerken, su içerken, kurbağalara taş atarken hep “ımm” diyordu. Bir süre sonra buna alıştı ve kendi kendine bir oyun icat etti: Her şeye isim vermeye başladı. Gördüğü, duyduğu her şeye… Genellikle renk, ses, biçim veya kendi üzerindeki etkilerinden yola çıkarak isimlendiriyordu. Gözlem yeteneği sayesinde en küçük ayrıntıları bile fark ediyor, nesnelere ve eylemlere isimler koyuyordu. Gözünü gökyüzüne çevirdiğinde gördüğü her yıldıza, güneşe ve aya ayrı ayrı isimler verdi. Nihayetinde sadece kendisinin bildiği bir dil inşa etti.

Hayy, adanın yüksek yerlerinde bulunan bir mağarayı mesken edinmişti. Buradan güneşin doğuşunu ve batışını, geceleyin ayın denize yansımasını, yıldızların uzun süre izlendiğinde fark edilen hareketlerini hayranlıkla gözlemliyordu. Bütün hayvanların bir diğerini doğurduğunu ya da yumurtadan çıkardığını, bitkilerin topraktan filizlendiğini, güneşin, suyun, toprağın ve havanın birlikte bir düzenin işlemesine katkıda bulunduğunu fark etmişti. Yaşlı bir ağacın kendi kendine yıkılıp giderken, taptaze bir fidanın filizlenmesinde bile her şeyi yöneten gizli bir gücün var olabileceğini düşünüyordu. Fakat buna rağmen güneşin yakıcılığını, suyun taşkınlığını, toprağın kuraklığını ve rüzgârın hırçınlığını da görüyordu. Eğer bir düzen varsa, bu düzeni kuran şeylerin kendileri değil, onların üstünde ve dışında bir güç olmalıydı.

Peki, bu düzeni kuran biri varsa, onunla ilişkisi neydi? O güç kendisinden bir şey istiyor muydu? Hayy bu soruları düşündükçe bazen ürperiyor, bazen heyecan duyuyor, bazen de usanıp umutsuzluğa kapılıyordu.

Adadaki hayvanların kendi hemcinsleriyle anlaşabildiklerini, dolayısıyla bir zekâya sahip olduklarını fark etmişti. Hatta bitkilerin bile, hayvanlar kadar olmasa da bir tür akılla hareket ettiğini düşünüyordu. Örneğin, güneşe ulaşmak için başka bir ağacın gövdesine sarılarak yükselen sarmaşıklar ona bunu gösteriyordu. Fakat taşlarda ve toprakta henüz bir akıl belirtisi görememişti. Yanında günlerce taşıdığı bir çakıl taşını defalarca evirip çevirdikten sonra, nihayet suya fırlatıp atmıştı.

Bir sabah, mağarasından çıkıp kıyıya doğru giderken, içinde günlerdir anlam veremediği bir sıkıntı vardı. Ağaçların arasına girdiğinde birden yere çömeldi ve bulduğu yaprakları koparıp üzerine örtmeye başladı. Ne zamandır çıplaklığından ötürü içini kemiren, adını koyamadığı bir rahatsızlık duyuyordu. Sebebini bulamayınca, sadece zekâsının değil, başka bir şeyin de onu yönlendirdiğini fark etti. Bir süre yapraklarla örtündü, sonra bunun yerine ölü bir hayvanın derisinin daha dayanıklı ve kullanışlı olacağını düşündü. İki ağaç arasında sıkışıp kalmış bir ceylanın derisini taşlarla yüzüp beline doladı. Artık kendini daha rahat hissediyordu.

Adaya gelen kuş sürülerinin bir süre sonra gidip, sonra yeniden gelip yine gittiklerini gözlemleyince, bu adanın dışında başka yerlerin de olduğunu düşündü. Sık sık “Ben neden buradayım? Bu düzenin anlamı ne? Bir yaratıcı varsa benden ne istiyor?” gibi sorularla meşgul oluyordu.

Bir gün su kenarında otururken, suyun üzerinde sürüklenen bir çöp parçasının üzerine bir sineğin konduğunu gördü. Su yavaşça akarken sinek de çöp parçasıyla birlikte gidiyordu. Bu manzara ona bir fikir verdi: Eğer o da suyun üzerinde taşınabilirse, uzak yerlere, başka adalara ulaşabilir, sorularına cevap bulabilirdi.

Ormanda kendini taşıyacak kalın ağaç gövdeleri aradı. Bulduklarını kıyıya taşıdı. Sarmaşıklarla birbirine bağlayınca çok sevindi. Hayy’ın en çok zevk aldığı şey düşünmekti. Uzun zamandır, kendisini adadaki hayvanlardan ayıran en büyük farkın “bir şey bulmak ve yapmak” olduğunu keşfetmişti. Ona göre bir dalı sivriltmek, taşı kesici hale getirmek, onu diğer hayvanlardan üstün kılıyordu.

Yaptığı salla suya inmeye cesaret edemiyordu. Adayı terk etmek istiyor ama nereye gideceğini bilememek onu korkutuyordu. Dahası, suyun bir yönü olup olmadığını kestiremiyor ve salı yönlendirmek için bir araca ihtiyacı olduğunu biliyordu. Yüzerken ellerini kullandığı gibi, yaptığı salı da yönlendirebilmek için bir çözüm aramış ve kıvrak zekâsıyla bir çeşit kürek yapmayı başarmıştı.

Günlerce sahildeki sal ile mağarası arasında gidip geldi. Sonunda bir gece, dolunayın aydınlattığı sakin denizde, salıyla birlikte adadan ayrıldı. Bir süre aynı yönde ilerledi ama ada gözden kaybolunca yönünü kaybetti. Rüzgâr sertleşiyor, deniz kabarıyordu. Sal sarsılmaya başladı, küreği kırıldı, sarmaşıklar gevşedi, kütükler birbirinden ayrıldı. Hayy kendini bir anda dalgaların arasında buldu. Son bir hamleyle bir kütüğe tutundu. Ölüm korkusu içindeydi. Ona göre ölüm, diğer canlılar gibi çürüyüp kokmak demekti. Bu sona razı olamıyordu.

Tuzlu sular genzini yakıyor, dalgalar yüzüne çarpıyordu. O an, ilk kez kendini yarattığına inandığı bir güce kalpten yöneldi. “Inn…” (Sen…) dedi. İlk kez içinden gelerek seslendi. Bu “Sen” hitabı, benliğini saran tarifsiz bir zevke dönüşüyordu. Adada kendini “ben” olarak keşfettiği günkü duygularla şimdi, yaratıcısına “sen” dediği an arasında bir benzerlik vardı. Dalgalara rağmen, gözyaşlarıyla birlikte haykırıyordu: “Inn… ınn… ınn…” (Sen, sen, sen…)

O zamana kadar yaratıcı ile arasında hep bir mesafe olduğunu düşünüyordu. Ama şimdi, tam da yanında olduğunu hissediyordu. Dalgalarla boğuşurken bile, ağlayarak, tekrar tekrar “Inn!” diye inliyordu. Gözlerinden sicim gibi akan yaşları dalgalar yıkayıp götürüyordu.

Hayy, büyük bir vecd ve zevk sarhoşluğu içinde; tutunduğu kütükten nasıl ayrıldığını tam hatırlamıyordu. Gözlerini açtığında, kendini bir kumsalda buldu. Buranın kendi adası olmadığını hemen anladı; ağaçlar, hayvanlar, kokular ve renkler tamamen farklıydı. Ayağa kalktı fakat nereye gideceğini bilemedi. Buranın da bir ada olduğunu düşündü. Eğer deniz kıyısında yürümeye başlarsa, başladığı yere geri döneceğini bildiği için, iç bölgelere yönelmeyi tercih etti.

Yürüdükçe, tanımadığı bitkiler ve hayvanlarla karşılaştı. Her şeye hem hayranlık hem de tedirginlikle bakıyordu. Gün batarken, ilerideki kayalık bir tepeye tırmandı. Geceyi orada geçirmek istiyordu. Yüksekten baktığında, vadide birbirine karışan hayvan sesleri ve gölgeleri dikkatini çekti. Bir süre sonra etrafında dolaşmaya başlayan yırtıcı hayvanların hırıltıları, bu yeni yerin geldiği ada kadar güvenli olmadığını anlamasını sağladı. Neyse ki kayalara tırmanamayan hayvanlar bir süre sonra uzaklaştı. Gece çöktü. Yıldızlar salkım salkım gökyüzünde parlıyordu. Tatlı bir rüzgâr esiyor, fakat ara sıra gelen kükremelerle bu huzur da bozuluyordu.

Hayy, dizlerini karnına çekmiş, elleriyle sarmış bir halde, büyük dolunayın aydınlattığı kayaların üzerinde oturuyordu. İçinden yine “Inn… Inn… Inn…” (Sen, Sen, Sen…) diye inliyordu. Fakat dalgalarla boğuştuğu gece yaşadığı yakınlığı, o ilâhî sıcaklığı şimdi bulamıyordu. “Neden?” diyordu kendi kendine. “Benimle konuşması, beni sevmesi, hep yanımda olması için ne yapmalıyım? Onu nasıl memnun edebilirim?”

Güneş doğana kadar gözünü kırpmadı. İçinde derin bir arayış vardı. Yaratıcısını doğrudan muhatap almadan, onu düşündüğünde kendince bir isim bulmuştu: “Hıı…” (O) diyordu artık. Yaratıcıya yönelen bu ilk dolaylı seslenişi, içinde yavaş yavaş yer etmeye başlamıştı.

Gün ağarınca, yırtıcılar uyanmadan daha güvenli bir yere gitmesi gerektiğini düşündü. Kayalardan inip yürümeye başladı. Karşısına bir ırmak çıktı. Denize benzemiyor, suyu tatlıydı. Kenarında meyve veren ağaçlar vardı. Bu ırmağı kendine kılavuz edindi. Günlerce, aylarca onun kıyısında yürüdü. Bazen çorak vadilerden, bazen sık ormanlardan geçti. Her adımda yaratıcısını düşündü; bir iz, bir işaret, bir yol aradı ve bekledi.

Bir gün, hiç tanımadığı canlılara rastladı. Onlar da kendisine benziyordu! Hem sevindi hem de tedirgin oldu. Bu insanlar, ırmaktan su alıp topraklarını suluyorlardı. Hayy günlerce onları gizlice izledi. Merakı büyüdükçe onlara yaklaştı. Varlığını fark eden insanlar, onun tuhaf davranışlarından ürktüler ve şehre haber verdiler. Bir sabah, Hayy’ı yakalamak üzere tarlalara gelen adamlar onu kıskıvrak yakaladı. Oysa Hayy, isterse kaçabilirdi ama bir anlamda teslim oldu. Kollarından tutulup götürülürken bile, etrafındaki bu kendine benzeyen varlıkları hayretle izliyor, kimsenin anlayamadığı sesler çıkarıyordu.

Şehrin muhafızları, dil bilmeyen bu garip yabancıyı şimdilik zindana koymaya karar verdiler. Hayy zindana atıldığında, bir adamın etrafına toplanmış bir kalabalık gördü. Adam, bir taşın üstünde oturuyor, kendisini dinleyenlere bir şeyler anlatıyordu. Hayy, söylediklerini anlamasa da yüzünde onu çeken bir ışık vardı. Ona doğru yaklaştı. Diğerleriyle birlikte oturdu, sadece o adamın yüzüne bakmak istiyordu. Bu kişi, mahkûmların rüyalarını yorumlayan, nasihat eden, bazen de kendisinin bir elçi olduğunu söyleyen biriydi.

Göz göze geldiklerinde Hayy, dayanamayarak “Hıı… Hıı… Hıı…” (O! O! O!) diye inledi. Gözlerinden yaşlar süzüldü. İçinde büyük bir heyecan, büyük bir vecd yükselmişti. Dalgalarla boğuştuğu o gecedeki duygulara yeniden kavuşmuştu.

Tahir Tarık Balıkçı

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • maarif vekili , 26/06/2025

    Tahir Tarık’ın çok zarif, naif bir dili var. Şu arkadaşın metinlerini de seslendirin artık !!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir