Kerim Kolat derin yaralarımızı öyküleştirdi.
***
Bir yandan patlıcanları kaynayan suya yetiştirebilmek için hızlı hızlı doğrarken diğer taraftan bahçede oynayan çocuklarına sesini duyurmaya çalışıyordu. Dışarıdan gelen gürültüler, sesini bastırıyordu belli ki… Birkaç seslenmenin ardından, Abdullah elinde tahta bir kılıçla mutfağa geldi. Soluk soluğa kalmış, şakaklarından akan ter, gömleğinin kenarlarını sırılsıklam etmişti.
“Buyur anne, bize mi seslendin?”
“Oğlum neredesiniz siz, kaç kez çağırdım?”
“Ağabeyimle oyuna dalmışız anne. Kendimize bir oyuncak yaptık. Bak ne kadar güzel.” diyerek elindeki tahta kılıcı annesine uzattı.
“Aferin benim yavrularıma, çok güzel olmuş. Fakat akşam oluyor. Babanız birazdan gelir. Fırına git üç tane ekmek al gel. Hem siz hâlâ acıkmadınız mı bakıyım?” deyip, ellerini birbirine vurarak evladını bir anne şefkati ile yakalamaya çalıştı.
Abdullah, kahkahalar arasında annesinden kurtulup, merdivenleri bir çırpıda indi. Bir an evvel ekmekleri annesine ulaştırıp yeniden oyuna dönmeliydi. Babası eve dönmeden, gün sona ermeden biraz daha oynamalıydı ağabeyiyle.
…
Kaldırım kenarında askerler bekleşiyor, birkaçı yol boyu devriye halinde… İçlerinden birisi zırhlı araca yaslanmış olduğu halde sigarasını tüttürüyor. Cadde üzerindeki dükkânlar harabeye dönmüş, ekmek fırını dışında hepsi kapalı. Fırının önü ana-baba günü. Kadın-erkek, çoluk çocuk asker nizami ile sıraya geçmişler. Poşusu boynunda, şalvarlı adam sırası gelenlerin parasını alıp ekmeğini veriyor. Un ve toprağa bulanmış elbisesinin hangi renk olduğu kestirilemiyor. Gayet seri ve bıçkın, aynı zamanda tedirgin. Birazdan karanlık eller gelip, karanlık imzalar atacak boş dükkânların sağır duvarlarına bunu biliyor. Bir an evvel işini bitirip kendini eve atmalı. Kuyruktakilerin de düşünceleri ondan pek farklı değil. Kuyrukta bekleyenleri bir bir koklayarak uzaklaşan köpekten başını önüne çeviren Abdullah’ın gözü, birkaç kişi önünde duran baba ile oğluna ilişti. Sağ elinde şekerlemesini bayıla bayıla yiyen çocuk, sol koltuğundaki plastik topu nazire edercesine gösteriyor. Babası yanında dikilmiş, ellilik adamla heyecanlı bir şeyler konuşuyor. Çocuğun konuşmalara aldırmadığı belli, bir sağa bir sola bakarak şekerlemesini yiyor. Bu çocuğu kıskanmadı değil hani… Ansızın ön sıralarda itişmeler başlıyor ve yerini küfürleşmelere bırakıyor. Nedeni belli olmayan kavgayı araya giren birkaç yaşlı adam sona erdirdi.
…
Babası Cafer, eve gelip divana uzanmıştı bile. Yer sofrası serilmiş, Abdullah’ın getireceği ekmekler bekleniyordu. Ahmet, babasının mutfağa bıraktığı poşetleri karıştırırken olanca gücüyle bir çığlık kopardı; “Baba bunu da nereden aldın, ne kadar da güzel?” diyerek odaya girdi. Oğlunun yüzündeki mutluluk Cafer için belki de hiçbir dünyalık ile kıyaslanmazdı. Günlerdir tahtadan kılıç yapmaya çalışmaları, bunu yaparken de gece gündüz uykusuz kalmaları onu çok üzmüştü. Bunun için onlara plastik birer kılıç almıştı. Çocuklarına bir şeyler alıp onları sevindirmenin keyfi ile divanda gerilirken kahkahaya yakın bir gülücük gönderdi. Kumandayı alıp televizyonu açtı. Haberlerde hükümetin, ülkenin üçe bölünmesini önlemek amacıyla mecliste oluşturulması planlanan yeni parlamento görüşmeleri yapılıyordu. Cafer, son günlerde artan bombalı saldırılar, inşaat sektöründeki gelişmeler, konut ihtiyaçları gibi birçok değerlendirme dinledi. Yavaş yavaş uyku bastırmış ve göz kapakları düşmeye başlamışken, spiker, yönetmen tarafından bir son dakika gelişmesi hakkında uyarıldığını söylüyordu. Ekrandaki adam yüzünü ekşiterek konuşmaya devam etti
“Sevgili izleyicilerimiz, … Şehrinde, fırın önünde ekmek almak için bekleyenlere yönelik düzenlenen bombalı saldırıda ilk belirlemelere göre 7 kişinin hayatını kaybettiği belirtiliyor, onlarca da yaralı var. Ölenlerin çoğu kadın ve çocuk!
Kolları felçli bir insanın ki gibi yana sarktı Cafer’in. Karnına doğru çekilmiş olan bacaklarını serbest bırakıp düzledi. Göğsüne bir ağırlık çökmüştü. Kalbi hızla çarpıyor, ensesine bir ağrı saplanmış, omuzlarını acıtıyordu. Hanımı Hafize ile göz göze geldiler. Fedakâr annenin gözleri büyümüş, yüzü, hareketsiz kadavraları andıran bir hal almıştı. Dizlerinin üzerine düştükten sonra yüzüstü yere kapaklandı. Bürgüsü dağıldı, artık sadece titremekteydi. Ahmet ise televizyonun önünde dizleri üzerine çökmüş bakınıyor, sadece ağlıyordu elindeki kılıca sarılarak.
Bir süre hareketsiz kaldıktan sonra kendini toparlaması gerektiğini düşündü. Gidip, olan biteni gözleri ile görmeliydi. Belki yaralanmıştı, belki de kolunda bacağında küçük sıyrıklarla, polislerin olduğu yere ya da daha güvenli bir ara sokağa sığınmayı başarmıştı.
…
Her yer kan revandı. Biraz önce kâh tartışan, kâh memleket meselesi konuşanların her biri bir yere savrulmuştu. Sağlık ekipleri, itfaiye erleri, bir o yana bir bu yana koşturuyor fakat ne yapacaklarını kendileri bile bilmiyordu. Muhabirler en iyi fotoğrafı yakalamanın derdine düşmüştü. Yaralıların kimisi sağa sola kaçışırken, daha ağır yaraları olanlar ise koşup kaçışanlardan yardım istiyordu.
Az önce yaşlı bir kadının ölümüne şahitlik eden sağlık görevlisi, parçalanmış tuğlaların altında küçük bir çocuğun olduğunu fark etti. Yanına koştu. Baktığında nefes aldığını hissetti. Patlamayla metrelerce savrulduğu belliydi. Yüzü tanınmayacak hale gelmişti. Zorlukla nefes alıyor, göğsü zorla kalkıp yine aynı güçlükle iniyordu. Nabzını dinledi, yavaştı.
“Burada bir çocuk var. Bana yardım edin” diyerek arkadaşlarına seslendi.
Gelen yardımla çok geçmeden kalp masajına başlandı. Her türlü müdahale yapıldı ama nafile. Son nefes verilmişti. İkinci bir ölüme tanık olan genç, bir hayatı daha kurtaramamış olmanın sancısını yaşadı. Açık kalan gözlerini yardıma koşan bir polis kapattı minik çocuğun. Kapanan gözlerde; derin bir bakış, derin bir mânâ, derin bir haykırış gördü. O gördüğü ifade; bir ananın yangın yerine dönen yüreği, bir babanın közlenen ciğeri, bir ağabey ile bir bacının ömür boyu unutulmayacak olan acı tecrübesiydi. Küçük bedeni, bir polis kucağına alıp kamyonete, hayatını kaybeden diğer insanların yanına bırakırken elinde bir şeyi sıkı sıkıya tuttuğunu fark etti. Can havliyle ona sarılmış olmalıydı. Zorlukla parmaklarını araladı. Küçük bir çubuk, az önce yediği şekerlemeden geriye kalan tek şey. O ve babasından geriye kalan tek şey…
…
Cafer eşini ve diğer oğlunu sakinleştirmeye çalışmanın vakit kaybı olacağını düşünerek terliklerini hızla ayağına geçirip kapıya yöneldi.
Düşe kalka, ağlaya sızlaya, patlama olan alana ulaştı. Soluk soluğa, ellerini dizlerinden birleştirip kalakaldı. Omuzları aşağı yukarı hızlı hızlı inip çıkıyordu. Sıktığı dişlerinin arasından hıçkırıklarını serbest bıraktı. Birkaç metre ilerde bir kriz masası oluşturulmuş birkaç kişi ellerinde dosyalar kâğıtlar olduğu halde bazı isimlerden bahsediyordu. Oğlunun ilgili bir şeyler bulabilir ümidiyle bekleşen adamlara yaklaştı.
“Oğlum, oğlum burada, patlamanın içinde kalmış olabilir. Ekmek almaya gelmişti. Onu nasıl bulabilirim, bana yardımcı olun.” Allah için, Allah rızası için bana yardımcı olun.
Resmi kıyafetli adam gözlüklerinin arkasından bakarak konuştu.
“Şuan size bir cevap veremeyiz beyefendi. Kimlik tespitleri yapılmadı halen. Cesetler ve yaralılar çevredeki hastanelere kaldırıldı. Bugün hiçbir bilgiye ulaşamazsınız. Fakat yarın, Büyük Meydan’daki Emniyet binasına geliniz.”
Birkaç hızlı soluk daha alarak yeniden, evin yolunu tuttu.
Vakitsiz bir acıyla yan yana, dip dibeydi. Çığlık çığlığa koşuşturan insanların arasında tek başına ilerledi. Ambulans sesleri bir çığlığa dönüşmüş, yasında kendisine dert ortaklığı eder gibiydi. Bitkin tükenmiş haliyle eve ulaştı bir müddet sonra. Kapıyı birkaç kez tıklattı. Eşi kapıyı yavaşça açtı.
Ellerini önünde birleştirdi. Başını kaldırdı kaldırmasına ama gözleri hâlâ yerdeydi.
“Bulamadım. Yarın Büyük Meydan’daki emniyet binasına gelin bilgi verecekler dediler.” diyerek gözlerini kaldırdı. Eşinde hiçbir olumsuz görüntü yoktu. Bu söylediklerini ne denli bir vakar ve sabırla karşılamıştı anlam veremedi. Hafize, Cafer’in yüzüne dik dik bakarak. “İçeri geç” dedi. Bir gariplik olduğunu sezmişti. Küçük adımlarla, sağa sola tedirgin bakışlar atarak salona yöneldi. İçeriden ufak tefek sesler geliyordu. Gitgide heyecanlandı. Kalbi anlamsız ritimlerle göğüs kafesinin içinde yalpalamaya başlamıştı.
Kapının kolunu yavaşça bastırdı, aynı şekilde itti. Ahmet ayakta zıplaya zıplaya plastik kılıcını bir yerlere sallıyordu. Kapı açılmaya devam ettikçe, Ahmet’in karşısında aynı düzenle sıçrayan Abdullah’ı gördü. Böyle bir rahatlamayı hayatında hiç yaşamamıştı. Koştu Abdullah’a sarıldı, sarıldı.
Oğlum, neredeydin sen?
Baba, yolda oyuna dalmıştım biraz geciktim. Özür dilerim.
Oğlum, oğlum, oğlum…
…
(İstanbul, Beşiktaş’da bir baba ve oğlu)
Babacığım bugün hava çok güzel, gel biraz dışarı çıkalım.
Çarpışan arabaya ne dersin?
Belki sana bir de kumandalı araba alırız. Amerikan usulü bir de hamburger!
Olmaz mı?
Olur babacığım.
Gel o halde oğlum, gel.
Hayat bize güzel, gel!
Abdulkerim Kolat
11 Yorum