“Nefret ettiğim iki şey arasında seçim yapmak
zorundayım; ya aklımın tiksindiği düşleri seçeceğim
ya da duyularımı dehşete düşüren eylemi.”
(Fernando Pessoa)
Perşembe
Hiç kendinizi özlediğiniz oldu mu? Benim oldu. Daha doğrusu kendimi ne kadar özlediğimi fark ettim. Aynada yüzümü görünce anladım bunu. Meğer ne zamandır aynaya bakmıyormuşum. Ne de yakışıklı adammışım! Sakalımda artan beyazlar beni hiç de yaşlı göstermemiş. Kendime sarılasım geldi. Sonra… Sonra omzuma başımı koyup ağlayasım…
Cuma
Kucağımda uyuşuk bir hayalet… Fakat nasıl? Bizler hayaletlere inanmayız. Onları besler, büyütür; onlarla uzun uzun konuşur fakat inanmayız. Bizim işimiz gerçeklerledir. İyi de şimdi kucağımda gözlerini gözlerime dikmiş oturmakta olan şeyin gerçekliği ne olacak? Ha bire kalemimin ucuna atılıyor ben yazarken. Beni yavaşlatmaktan başka bir gayesi olmayan bir tür imtihan olsa gerek…
Cumartesi
Hah, işte şimdi en nefret ettiğim şeyi yapıyor; mutfak dolaplarının kapakları kendiliğinden kapanan mekanizmalara sahipken, kendisi itip kapatmaya çalışıyor. Bozacaksın Allah’ın cezası, yapma şunu artık! Nafile… Fakat ona direkt müdahale etmek gelmiyor içimden. Neden? Başka yapacak bir işi yok da ondan… Ben hiç değilse yazıyorum. Yazdıklarım fena şeyler olsa da bu da bir iş. Ya o? O ne yapacak? Onun yalnızlığı benimkini yeniyor!
Pazar
Onu kucağımda bulalı tam üç gün oldu. Evcil bir hayvan gibi… Bu neyin, kimin hortlaması hâlâ çözemedim ama aramızda bir bağ oluştu bile. Artık kitaplarımı alıp o, ö, d, b harflerinin; 8, 6 ve 9 rakamlarının yuvarlaklarını kurşun kalemle doldurması sinir etmiyor beni. Hatta hoşuma bile gidiyor diyebilirim. Özellikle de o büyük O ve Ö’lerin, rakamlardan da 8’in içini doldururkenki sevinci yok mu… Tutup bağrınıza basasınız gelir. Bunu yaptıktan sonra yüzüme bakıyor ve omuzlarını kaldırıp kafasını boynuna gömerek gülümsüyor. Olabildiğince sevimli, afacan ve muzip bir hayalet bu haliyle. Hayır, sakın Casper demeyin ona. Kızıyor.
Pazartesi
Sanırım iki kişinin birlikte sorunsuz bir şekilde yaşamasının o esrarengiz ve doğal süresini tamamladık. Bazı huy ve hareketleri gözüme batmaya başladı bile. Saçlarımı tarayışımla, ilaçlarımı içmemle, dişlerimi fırçalamam ve hatta duş almamla bile alay ediyor. Bana,
“Zamanında ben de senin gibiydim, bedenime ve dolayısıyla görünümüme olması gerekenden çok daha önem verirdim. Zaman kaybı, gereksiz çaba! Şimdi bedensizim ve çok daha özgürüm,” diyor.
Ölüm hakikatiyle aramı mı yapmaya çalışıyor? Ve bu sözlerini anlamadığımı, anlayamayacağımı ima ederek başını ve elini sallayarak, “Ne desem boş!” ifadesiyle bana bakıp aşağılıyor. Evet evet, kesin ölüme ısındırmaya çalışıyor beni. Zaten bezdiğim şu hayatı bana elinden geldiğince hepten çekilmez kılarak. E karşılıksız mı kalsın bu saldırısı. Kendimce tehdit ediyorum ben de onu:
“Sözlerine dikkat et, kurgular üreten bir yazarla konuşuyorsun, anlamak -hadi en azından anlamaya çalışmak- benim işim. Vücudu olmayan biri olarak bana saygı göstermen gerekmez mi? Hem belki de sen, sadece beynimdeki bir düşsün. Belki de bir öykümde inşâ ettiğim Casper çakması bir karaktersin. Hem de üzerine öyle çok da düşünmediğim, ayrıtılandırmaya gerek bile görmediğim zayıf, belirsiz, yoruma açık bir karakter… Sana inanmayı bir bırakırsam yok olup gitme ihtimalin hiç mi korkutmuyor seni? İnananı kalmamış bir tanrı, konuşan kavmi yok olmuş bir dil olmaktan hiç mi ürpermiyorsun?”
Sinirleniyor. En fazla yapabildiği, eşyaların yerlerini değiştirmek, perdeleri hareket ettirmek, ışıkların voltajlarını düşürmek. Ama az önce saydığım beylik laflarımdan dolayı değil; yine Casper adını duyduğundan. Onu, hayaletlerin yüz karası, kötü bir tasviri, popüler kültürün, türlerini karikatürize edişinin küçük düşürücü bir resmi olarak tanımlıyor. Sosyal ilişkilerinde faydacı biri olarak onu başka bir taraftan vurmak istiyorum bu defa:
“Ne işe yararsın ki sen? Ne katıyor dostluğun bana? Bir hayalet arkadaşım var, diye seni kimseyle tanıştırıp havasını atamıyorum. Benden başka kimse göremiyor seni. Ne sıkıcı! Ancak hayvanlar görebiliyor ama o zavallıların dillerini de insanlar anlamıyor. Sadece benim inandığım bir din misin yoksa? Elçin olarak bula bula beni mi buldun, seçtin, kutsadın? Seni kime, niye ve nasıl inandırıp da bu ilişkimizi bir anlam zeminine oturtabilirim?”
Ben bu sözleri sıralarken o, sadece kahkahalar eşliğinde benim yapamadığım ve onu bu hususta çok kıskandığım şeyi yapıyor; havada süzülerek odaların duvarlarının içlerinden geçip geçip duruyor.
Salı
Ne acayip bir yaşam türü bu! Maslow’un piramidini çökertecek cinsten… Fizyolojik ihtiyaçlardan uyku, yeme-içme gibi hayatî gereklilikler olmadan yaşıyor ama öte yandan fizikî mevcudiyeti olmadığı halde barınma ihtiyacına ekmek gibi, su gibi tutunuyor. Her ne kadar belli etmese de onu yok sayışımdan ödü kopuyor. Henüz piramidin alt katındaki gereksinimlerini tamamlamamışken ta tepeye, tüm bu eksiklikleriyle kendini gerçekleştirerek çıkıyor. Bir diğer sinir bozucu taraf ise bana, bahsettiğim yönden ölümüne muhtaçken benim, onu merakla analiz edip anlattığım gibi onun, benim hakikatimle ve varlığımla bu kadar ilgilenmeyişi. Hayır hayır, bu yazının anlatıcısı ben olduğumdan değil, beni oldukça basit, sıradan ve göründüğümden fazlası olmadığımı düşündüğü için… Nereden mi biliyorum? Bunları benim gibi laf kalabalığı yapmadan açık açık söyledi de ondan. Dayanamayıp sordum bugün:
“Fizik âleminde yaşamak bir zamanlar senin de deneyimlediğin bir şey olduğundan sana çok da sıradışı gelmeyebilir ama biraz olsun benimle ilgilenir gibi sorular soramaz mısın? Benimle ilgili merak ettiğin hiç mi bir şey yok? Ben uyuduğumda ne yapıyorsun mesela?”
Sözlerinin beni ne kadar kırabileceğini düşünmüyor:
“Sende bu hantal, terleyen, üşüyen, örtülmesi gereken, kesildiğinde kanayan, tiksinti uyandıracak seviyede sıcak, kısacası ölümlü bir vücut varken kendini herhangi bir eşyadan çok da farklı sayma; ha bir masa ha sen… Bu durum, sen uyanıkken bile böyleyken uyurken tam anlamıyla bu şekilde. Uyanıkken en azından ruhundan birçok belirti var, görünen, hissedilen. Ama uyurken, ancak ve ancak çürümekle anlam kazanacak bir bedenden ibaretsin.”
Çarşamba
Bugün onunla yedinci günüm. Ama sanki yetmişinci yılım gibi… Kahvaltıdan sonra adetim olduğu üzere yazı masama otururken onu en son masamda yer alan küçük fanusumdaki kırmızı japon balığını sıkılgan bir şekilde seyrederken gördüm. Kendince oyalanması hoşuma gitmişti çünkü böylelikle gözüm arkada kalmadan yazıma odaklanabilirdim. Yoğunlaşarak yazdığımdan zamanın ne kadarını tükettiğimden habersiz geçirdiğim bir sürenin sonunda hareketsizliğimin verdiği sinyalle kemiklerimi ve eklemlerimi rahatlatma ihtiyacıyla gerinirken gördüğüm manzara beni bir süre donuklaştırdı. Balığım, suyun yüzeyinde öylece yan yatmış duruyordu. Etrafa baktım. Hayalet yoktu. Odaları gezdim. Seslendim. Faydasız, yoktu. Bir anlam veremedim. Neden gelmiş ve niye gitmişti? Dünyamın gerçekliğinde yok olan varlığının balığımın ölümüyle ilgisi neydi? İlkin sevindim. Artık alışık olduğum üzere yine yalnızdım. Ama sonra sıkıldım. Ona alışmıştım. Kitaplarımın büyük O ve Ö’lerle dolu sayfalarını açıp yanlarına kalemler bıraktım, kâğıtlara kocaman 8’ler çizip onu çağırdım, mutfak dolabının otomatik kapanan tüm kapaklarını açtım, öylece bekledim… Mumlar yaktım, tütsüler tüttürdüm,
“Eyyyy ruuuuh, geldiysen üç kere tıkla,” deme acziyetine ve şaklabanlığına bile düştüm.
Sonra,
“Sana inanıyorum, varlığını kalbimde hissediyorum, n’olursun, terketme beni,” yakarışlarıyla ona olan imanımı dört duvara haykırdım durdum.
İşin sonunun nereye vardığını kavradığımda, delirmenin tam eşiğindeyken başıma gelen aklımı işletmeye güç yetirebildiğimdeyse kelime-i şehadet getirerek çıkmış olmaktan korktuğum o korunaklı dairenin içerisine yeniden girmeye çabaladım, gusül badesti aldım, paklanıp kendimi derin bir uykunun kollarına bırakmaya çalıştım.
Perşembe
Bambaşka bir evde açtım gözlerimi. Karşımda yaşlı bir adam duruyordu. Aynada kendine bakıyordu. Yüzünde tuhaf bir memnuniyet vardı. Masanın üzerindeki ilâçlardan ve adamın zayıflığından anladığım kadarıyla ölümcül bir kanser hastasıydı. Yalnızdı. İlk göz göze geldiğimizde o bir şeyler yazıyordu, bense kucağına oturmuş kalemiyle oynuyordum. Bunun hoşuna gidebileceğini düşündüm. Şaşırtıcı bir şekilde beni kabullenmeye çalışıyordu. Yaşadığı dünyadan büyük bir parçasını zaten koparmıştı. Acı çekiyordu. Kalanını da dünyadan mümkün mertebe sağ salim kurtarmak için ona yardımcı olamaya kararlı ve belki de memurdum. Bu hastalıktan kurtuluşunun olmadığını o da seziyor gibiydi ancak bunu kendine bile itiraftan kaçınıyordu. Aklında tek bir soru vardı, “Ben öldükten sonra bu zavallı balığımın sonu ne olacak?” Sonra da şöyle ekliyordu kendi kendine: “Umarım benden önce ölür!”
Cüneyt Dal
1 Yorum