Hac’annem

Merve Kaya, çocukluğuna geri döndü, hacannesine…

***

‘Hacanne’ dediğim bir babaannem vardı benim.

Ondan öyle rahat para isterdim ki,  hiçbir zaman babamdan o kadar rahat para isteyemedim. Hacannem, yüksekçe, yatağı ahşap döşeğinin içini açardı, yastığının altından örgü cüzdanını çıkarırdı. Dün gibi aklımda. Eğer yakınlarda maaş aldıysa ‘kağıt’ para, değilse bozuk para verirdi. Zaten çoğu zaman ‘Hacanne bozuk paran var mı?’ diye sorardım ben de. ‘Maaş alınca daha çok veririm’ derdi.  Uçarak, sevinçle ablamın yanına giderdim, ablam Emine para istemeye hep beni yollardı. Hacannem, ‘Adımı sana verdim, ama huyun hiç bana benzememiş!’ diye hep çıkışırdı ablama. Çünkü ablamın, hacannem bir iş buyurur diye aklı çıkardı. Para diyordum, o sevinçle ablamla bakkala giderdik. Köyüm vardı benim. Büyük şehirlerin hiçbirine değişmeyeceğim, İstanbul’a bile! Ali bakkal vardı. Ali bakkalın torunu ilk arkadaşımdı: Dilek. Sonra ‘dost’ kavramını öğrendim, Dilek, ilk dostumdu. Ali bakkal, bana Meyve, Dilek’e de Çilek derdi. O zaman bilmezdim tümevarım neydi, neydi tümdengelim.
Sementa’lar vardı bakkalda. Kötü bir çikolata içinde sarılı barbi kız kartları. 50 tane biriktirip yazan adrese postalayınca sana barbi bebek veriyorlardı. Ablam biriktirmiş, annem postalamasına müsaade etmemişti. Neden ki?

Ali bakkal demişken, ne zaman, üst köşesi yırtık bir kağıt parçası görsem aklıma gelir, bir gün Ali bakkala tek başıma gitmiştim. Yeşil renkli, kağıt ‘ellibinlira’lar vardı o zaman,  alıp elibinlirayı uzattım. Paranın da sağ üst köşesi yırtıkmış. Ali amca kaymak gibi gülümseyerek ‘ Bu paranın kulağı nerde Meyvee!’  demişti. Çok hoşuma gitmişti, kikir kikir gülmüştüm. Çocuktum, kahkaha da atardım o zamanlar.

Krips diye ketçaplı cips vardı. Ondan alırdık. Şimdi, Google’da resmini bile bulamıyorum kabının. Maviydi dışı, hatırlıyorum. Babam her cips alışımızda kızardı, hâlâ kızar. Tüm ısmarladıklarımızı alır, bir cips almazdı. Şimdiye kadar hiç cips almadı babam.

Kıvırcık saçlarım vardı, hacannemin de. Hacannemin çoğunluk kapalıydı saçları, beyaz örtülüydü. Başka bir şey örtse, misafirliğe, Tosya’ya gidecek sanırdım. Köyümüz, Tosya’ya bağlıydı. Hacannemin saçları… Gri renkti, bazen, o banyodan çıkınca tararken görürdüm. Hani örgü örerken 3’e ayrılır ya saç, o örerken ikiye ayırır ve uzun, kalınca, beyaz bir ipi de üçüncü bölük olarak kullanırdı. Nasıl yapardı, anlamazdım. Her banyodan sonra örerdi saçlarını. Annem hasta olmuştu. Kastamonu’da hastanede yatmıştı. Okula giderken her gün hacannem örmüştü saçlarımı.

Hacannem… Hep eğri dururdu, öyle yürürdü. Beli acıyordu galiba. Sadece namazda doğrulurdu, dimdik olurdu, elif gibi. Sanki namazda dik dururken, saygı duruşunda durur gibiydi. Ve hiç acımazmış gibi beli. Yüzü gözümün önüne geliyor da, gülümser gibiydi namazda hacannem.

İrice bir et beni vardı burnunun sağ altında.  Ona bazen dokunurdum merak edip, ‘haffff!!’ diye bağırıp korkuturdu beni. Gülüşürdük.

En çok tesbih çekerken ve Kur’an okurken hatırlıyorum onu. Eski yazı, Kur’an. Yeni yazı derdi bizim ‘abece’ye. Onu da bilirdi. Okuması çok hoşuma gider ona kelimeler yazardım: ‘Hacannee okusana!’  Mesela Ali’yi şöyle okurdu: “ ‘A’nın önünde Le, Le’nin önünde i, Aa-ll-i.” Sesli düşünür gibi…

Akıllı kadındı hacannem. Sayısalcıydı. Matemetiği iyidi. Hızlı toplama çıkarma yapardı zihinden. Bana bir anısını anlatmıştı: “Ben bir ya da ikiyi okurken, bizim eğitmen ALİ GÜL -o zaman öğretmen değil eğitmenmiş adı, öyle derdi-  matematik dersinde para sayduruyodu, sıra bana geldi, tüm sorduklarını bildim, sonra da önlüğümü ellimle dutup açtım-anlatırken bana gösteriyor, içine para konacak şekilde açıyor- öğretmenim, bu gadar para say deseniz, gine bilirim! dedim.” diyor. Ne hoş…

Ovamız vardı, sebze ekerlerdi. Hacannem de bağ bahçe ile uğraşmayı çok severdi. Gününün bir kısmı muhakkak ya evimizin arkasındaki bahçede ya da 1 km kadar uzaklıktaki ovada geçerdi.

Bazen yanında ben de giderdim. Ovada çalışırken yorulurdu, acıkırdı haliyle. Azık götürürdü. Azığını açardı. Ayranını getirdiği tasa boşaltır, içine iri iri ekmek ve bir de soğan doğrardı. Belki de yediğim hiçbir yemek bu kadar tatlı değildi. Birlikte kaşık kaşık yerdik. Bize bir yemek daha yapardı. Adı ‘garuşduma’, öyle derdik. Yani ‘karıştırma’. Yağda yumurta pişirirken içine ekmek de doğrardı. Ablam da ben de severek yerdik.

Hacannemle aynı evde kalırdık. Eşi hafız dedem’i hiç görmedim. Annemin karnında 3 aylıkmışım, o vefat ettiğinde.

Ablamla kavgasını ettiğimiz bir çatal vardı. Ahh o çatal, şimdi ne kadar manalı! Diğer çatallardan ufakçaydı ve deseni farklıydı. Her yemekte birimiz ‘kapardık’. Köyümüz vardı.Çocukluğum vardı. Oyunlarımız vardı. Kahkahalarım vardı. Diyorum ya, bir de hacannem vardı. Hacı anne… Bilmezdim o zaman anlamını, düşünmezdim, bileşik kelimeyi bilmezdim ki. Sesli düşmesini de. Ben onu tek bir kelime sanırdım öyle: ‘hacanne!’

Bir sürü hap içerdi, çok öksürürdü hacannem. Biten ilaç kutularını bize verirdi, biz de doktorculuk oynardık. Bir hapı vardı, turuncu renkte. Ona ‘gözel hap’ derdi. Benden isterdi bazen, ‘gözel hap’ını. Ben de çok severdim haplarla, ilaç kutularıyla oynamayı. Fasulyeden haplar yapardım, boş ilaç şişelerine doldururdum. Bir kez hacanneme dedim: ‘Hacanne nolur şişedeki son gözel hapı bana bırak, 1 tanesi benim olsun!’ ‘Tamam’ dedi hiç tereddüt etmeden ve bıraktı da. Nasıl mutlu olmuştum, oyun oynarken ,’gerçek’ hapım vardı! Ah o turuncu hap…

Akrabalarımızdan biri ölmüştü, hacannem çok üzülmüştü. Onun kızının yanına birkaç gün kalmaya gitti Tosya’ya. ‘Gözel’ hapını da tüm haplarını da evde unutmuş. Orada hastalanmış, amcamlar gittiler, Kastamonu’ya hastane’ye götürmüşler. İlk kez orada duydum, ‘yoğun bakım’ kelimesini. Çok dua ettim, herkes çok üzgündü, tabiî ben de.

Sonra bir haber geldi. Hacannem ölmüştü. Ölmek nasıl oluyordu? Hüngür hüngür ağlıyordum, diğer ağlayanlara bakıp. Herkes Emine Hacı’nın çok iyi kadın olduğunu söylüyorlardı. Cennet kelimesi dökülüyordu dudaklardan. Ben küçük bedenim, kocaman yüreğimle ölesiye ağlıyordum. Sonra azaldı ağlamam. Hacannemin cenazesini getirmişlerdi, başka bir odada köşede bekledim. Cenaze kelimesi de pek tanıdık değildi.

Herkes aşağı inmişti, camdan baktım. Evimizin arkasında, bahçenin girişi tarafındaki bölüme beyaz perdeler çekilmişti. Bir şey vardı, üzerine biri yatıyordu, belliydi. Üzerinde beyaz bir örtü… Camdan bakmaya devam etti gözlerim. Örtüyü açtılar biraz. Hacannemdi yatan. Bu kez beyaz örtüsü başında değil, üzerindeydi. Saçları gri. Örgüleri nerede! Çözmüşler mi! Yüzü öyle beyaz ki, örtünün rengi gibi. En son orada gördüm hacannemi.

Sonra her bahçeye gidişimde, birazdan seslenecek sandım bana. Seslenmedi. Hacannem gitmişti, bir daha gelmedi.

Çocuktum. Çocuk aklım sadece camdan bakmaya yetti. Şimdiki aklım olsa,  koşar aşağı, bulur alırdım örgüsündeki beyaz ipi… Hani şu, örgüsünün üçüncü bölmesi yaptığı… Hacannem vardı benim…

Merve Kaya

DİĞER YAZILAR

7 Yorum

  • officejetpro8600-burak , 12/01/2014

    Okurken bi an Tosya ismini görünce içim cız etti. Hem etkilendim hemde memleketim aklıma geldi. Kaleminize sağlık gerçekten…

    • Merve Kaya , 27/01/2014

      Memleket işte!.. Âmin, sağolasınız.

    • Merve Kaya , 14/03/2015

      İçimiz bizim de her gün cız ediyor.

  • merve , 23/12/2013

    O güzel gönülden ancak böyle güzel satirlar dökülebilirdi.. okurken aglattin beni.. tebrik ederim..

    • Merve Kaya , 23/12/2013

      Canım dostum.

  • hac'anne öykücülüğü , 18/12/2013

    hac’anne öykücülüğü kendi sesini bulan ve ….

  • nur , 18/12/2013

    her bir satırında kendi çocukluğumu bulduğum bu yazıyı gözyaşlarımla okudum kaleminize sağlık..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir