Davut Bayraklı, hayat tiyatrosundan bir sahne ile karşınızda.
Malum tiyatroda kimine çöpçü rolü düşer, kimine sultan. Ama en çok alkışı, rolünü en iyi oynayan alır.
***
İşte her şey kaldığı yerden tekrar başlıyor. Tüm oyuncular yerlerini almış, hepsi hayatlarının rollerini oynamaya hazır. Birazdan sahne açılacak ve perde denilecek. O andan itibaren, sahneyi izleyen hiçbir seyirci, dışarıda bıraktığı kişisel menkıbesini düşünmeden maddesel âlemden kendini soyutlayarak bu “hayat oyununu” izleyecek. Seyir esnasında hepimiz hayatlarımızı gözden geçireceğiz, oyuncularla birlikte bizde yaşamımızın bir muhasebesini yapacağız. Acabalar benliğimizi kaplayacak. Hatalarımızı, sevap ve günahlarımızı sorgulayacağız. Bir yandan da oyunun o tatlı ama melodram yanına kendimizi kaptırıp duygulanacağız belki. Hayat bir oyundur, sonunu, başından itibaren oynayarak yazdığımız ve neticesini yaşama veda ederek elde edeceğimiz, kişiden kişiye değişen bazen acıklı, bazen komik bir oyun. İşte perde açılıyor ve oyun başlıyor.
Hokkabaz sahnedeki yerini almış ve bir birinden güzel ancak aldatma ve göz yanılması üzerine kurguladığı gösterilerini ardı ardına sergiliyordu. Bir başka mekândaysa ihtiyar bir adam hayatı hakkında muhasebe yapmaktaydı.
İhtiyar adam bir şöminenin başında oturmuş, elindeki demirle ateşi karıştırırken bir taraftan da içinde kaybolduğu derin düşüncelerinden sıyrılmaya çalışıyordu. Hayat ne kadar da çabuk akıp gitmişti oysa. Sanki her şey dün gibiydi. Bir gün uzaklardan bir ses “perde” demişti ve oda yalnız başlayan bu hayat yolculuğuna çıkıvermişti. Çocukluğu, gençliği bir çırpıda gözlerinin önünden geçip gitmişti. Hangi zamanlarda, kimlerle dostluklar kurmamıştı, kimlerle düşman olmamıştı ki! Yasak ama kaçak olan aşkları gençliğinin en güzel anılarıydı. İlerleyişine bir türlü engel olamadığı zaman, karşısına çıkardığı her dönemeçte ona iki yol sunmuş ve mecburi olarak bir seçim yapmasını istemişti. Yaptığı her tercihin ardından da geride bir sevdiği dostu, arkadaşı bırakmak zorunda kalmıştı. Bazen ecel daha erken davranarak “Kim gitsin? Kim kalsın?” sorusunun yanıtını almadan hayatındaki direklerden bazılarını ansızın alıp gitmişti. Geride bırakıp kaybettiği her sevgiliyle bir parçada o kaybolmuştu aslında. Ancak o zamanlar bunu gençliğin ve orta yaşın verdiği farklı düşüncelerle tam olarak kavrayamamıştı. Oysa bugün bu ateşin başında oturup, közleri karıştırırken her şey ne kadar da açık ve ne kadar da berraktı. İçi sıkıldı, mengeneye ruhunu kaptırmış gibi bir hareketle aniden kımıldadı ve kendisine bir bardak demli çay doldurdu. Bu geçmiş zaman muhasebesi onun gözlerini buğulandırmıştı. Ardı ardına sorular zihnine üşüştü: “Neden zamanın ve sevdiklerimin kıymetini bilemedim? Neden her şeyi ilk olduğu anda en güzel ve saf haliyle yaşayamadım? Şimdi gidenler, o gittikleri yerden geri gelirler mi? Ya da ben onların yanına gidebilir miyim? Gitsem de onları nerede bulacağım ve bakalım onlarla aynı yerde mi olacağım?”
Öyle ya, aynı hayatta yaşamak, aynı ülkede, aynı şehirde nefes alıp vermiş olmak, yaşanılan hayat oyununu aynı başarıyla tamamladığımız anlamına mı geliyordu ki!
Yine içi sıkıldı, yine irkildi ve hemen en eski dostlarından olan sigarasına sarıldı. Dudaklarından eski bir beste gibi, yaşadığı elem dolu hayatın koyuluğunu belirtircesine çıkan dumanın eşliğinde tekrar maziye döndü:
“Zaman… Her şeyi örten ve her zenginliği, her güzelliği alıp götüren, iktidar ve otoriteleri parçalayan efsun… Neden ayaklarımda pranga oluyorsun? Neden ayaklarıma takılıp beni engelliyorsun. Sen hangi güzelliği yok etmedin ki! Sen hangi saltanatları, hangi iktidar hırslarını toprağa gömerek en üste çıkıp; ‘Tayin edilmiş zamana kadar bana rakip olamaz ve karşımda duramazsınız. Bu savaşta kazanan daima ben olacağım.’ demedin ki! İşte oldukça uzun denilebilecek bir ömrün ve bu ömrün içinde, kanayan tırnaklarla kazanılan tüm dostların kaybedildiği bir demdeyim. Sen kazandın ey zaman. Yaşadığım zaman diliminden hiçbir iz kalmadı şimdiki takvimlerde. Eski dostlarımdan geriye, birkaç satırlık yazıların yazıldığı ruhsuz ve soğuk mezar taşları kaldı. Bana bu uzun ömrün sonunda armağanın bu mu olacaktı?”
İhtiyar adam artık gözyaşlarını tutma inadından vazgeçmiş ve onların kirpiklerinden yanaklarına doğru akmasına izin vermişti.
“Neden bu gam, bu kasavet? Neden bu yağmurlu Mart akşamında geçmişin muhasebesi” diye düşündü birden. Galiba yalnızlığını hatırlamıştı. İnsan yalnız doğuyor ve yalnız ölüyordu. Bu, “hayat oyununda” karşımıza çıkan en acı hakikatlerden birisiydi. Zihni, bu kadar hatıranın böylesine karışık zaman dilimleriyle hafızasına yüklenmesine dayanamamıştı. Ama kararlıydı, bu varlık yokluk muhasebesi bu akşam bitmeliydi.
Sahnede yaşanan hayat oyunu aslında hepimize hitap ediyordu. Ancak bu hitap kimimizde daha fazla, kimimizde daha azdı. Hokkabaz ise hâlâ gösterilerine devam ediyor ve şapkadan tavşan çıkarıyordu. Koca bir hayatı yaşayıp da olumlu tek bir şey yapamayan insanların beceriksiz yaşamlarıyla alay etmek istermişçesine bunu yapıyordu. Renkli kâğıtlarla, iskambil desteleriyle numaralar yaparak, muhataplarının hayranlık belirten bakışlarından aldığı hazla gösterisine devam ediyordu. Bu tiyatro onun sarayıydı ve burada kral oydu ne de olsa. Bu arada hikâyemizin ikinci kahramanı olan ihtiyar adam, varlık muhasebesinde yol almaya devam etmekteydi. Zaman, tüm bu farklı karelerde yaşanan olaylar örgüsü için, bir anda ilerlemeye devam ediyordu.
“Hayatın anlamı üzerinde felsefi sohbetler yapmakla hayat yaşanmış ya da anlaşılmış olmuyordu. Ateşe kömür atacaksın ki, o yanmaya ve yakmaya devam edecek. Peki, ben iyi ve güzel olan hangi şeylerin devamı için gereken çabayı verdim? Hayat; üzerinde devamlı yorumların yapıldığı, başkalarının beğenisine sunulan, dışımdakilerin takdir hislerini kazanmaya dönük koca bir yalan olarak karşıma geldi, aradan geçen onca zamandan sonra. Bu bir illüzyon… Evet, “hayat” bir yanılsama… Etrafımda olan biten her şey meğerse beni aldatmış. Kâğıtların renklerine, destelerin tüm karışıklıklarına rağmen her şey hileli bir düzeneğin çalışmasına göre kurgulanmış. Sanki bir hokkabaz gibi kendi yaşamımı, aldanmanın en büyüğüyle doldurmuşum. Sahnelerdeki neon ışıkları gözümü kamaştırmış demek ki! Ve ben neticede hakikati ışıklar sönünce fark etmişim. Yazık! Yazık! Artık her şey için o kadar geç ki!”
İhtiyar adamın titreyen elleri birkaç eski resme uzanırken gözyaşları artık daha bir coşkuyla akmaktaydı. Artık “hayat oyunu”, korkuların beraberinde getirdiği çaresizlikle yerini mahzunluğa bırakmaktaydı. Hep olmasını istediği ama nedenini bilemediği şeylerden dolayı yaşanmasını ertelediği düşünceler aklına takıldı.Acaba diyordu; “Geriye dönüş olur mu? Tekrar ikinci bir şans verilir mi? Zamansız ve mevsimsiz kaybettiğim sevgileri daha fazla yaşamak, daha fazla hissetmek için? İkinci bir yolu var mı şu yalandan da yalan dünyada hak ettiği halde sevemediklerimi sevmenin? Toprak kokusuyla ciğerlerimi doldururken yine aynı toprağın üzerinde iki rekât şükür namazı kılmanın bir yolu var mıdır? Kırdığım kalpleri düzeltebilir, üzdüklerimi sevince boğabilir miyim? Maddi kaygılardan dolayı ihmal ettiğim manevî yaşamımı bu kez samimi yaşayabilir miyim? Hayır! Artık zaman bana bu saadeti vermez.”
Eski filimler gibi hayatını siyah-beyaz bir perdeden izleyen ihtiyar adam, dışarıdan gelen yağmur sesiyle yerinden kalktı ve bu yağan yağmuru, bu rahmet deryasını seyre koyuldu.
“Yağmur, tıpkı o günkü gibi yağıyor” dedi. “Kapısına kırk defa gittiğim halde bir türlü çalamadığım ve hissettiklerimi söyleyemediğim günün gecesinde de böyle bir yağmur yağıyordu. Korkularıma yenilmiş ve kazanabilme ihtimalini göz ardı etmiştim. Şimdi olsa bir kez gider ve o gidişimde de bildiğim, inandığım her şeyi avazım çıktığı kadar bağırarak söylerdim. Heyhat! Oysa şimdi ne O var ne de Ona bir şeyler söyleyecek o genç adam. Ben zamana yenildim.”
Hokkabaz, sahnede oyunlarına devam ediyordu. İnsanlar onun göz boyayan bu oyunlarına bayılmış ve dışarıda akıp giden zamanı unutmuşlardı. Sanki perde kapanıp ışıklar yanınca, her şey onların dışarıda bıraktıkları yerden devam edecekti. Yanan bir tastan güller çıkıyor, içine süt gibi beyaz bir sıvının doldurulduğu kâğıt keseden konfetiler yağıyordu, yelpazeler eşliğinde. Her şey mükemmel görünüyordu. Hokkabaz ise “Daha bitmedi en güzel numaralarım sırada, hepsini size göstereceğim” diyordu. Birde yüzüne korkunç bir gülümsemeyi hasrederek “En büyük numaram ise bu oyunun son numarası olacak, o kadar gerçekçi olacak ki, hepiniz dilinizi yutacak, şaşıracaksınız” diye açıklamalarda bulunuyordu. “Sakın koltuklarınızdan kalkmayın, rahat olun, dışarıda bıraktığınız zamanı ben donduruyorum burada. Siz dışarı çıkınca film kaldığı yerden devam edecek.”
Hokkabaz eline aldığı içi boş kutularla bir birinden ilginç gösterilere başlamıştı. İki ucu açık olan kutuları şişelerin üzerine koyuyor ve sonra kutuları çekince ortada iki şişe yerine içi içki dolu iki kadeh çıkıyordu. Kurgu, sahne, kostüm ve hava çok güzeldi. Sanki her şey onun içindi bir ömür kadar uzun olan bu gecede.
İhtiyar adam tekrar eski koltuğunun yanına gelerek yavaş hareketlerle oturdu. Boşalan bardağına bu kez daha demli bir çay koydu. Düşüncelerine kaldığı yerden devam ediyordu. Bu gece onun gecesiydi ve hayata karşı nasıl yenildiğini ve nerelerde, hangi yanlışlara neden düştüğünü bulmak istiyordu. Sanki bu gece son gecesiydi de tüm hesapları kapatıp, bir şeyleri noktalamak istiyordu.
“Hayat… Karşıma içi boş kutularla çıktın. İçine baktığım, o dışı süslü kutularının boş olduğunu biliyordum ama beni öyle apansız yakalayıvermiştin ki, seni hayranlıkla seyrederken, aklımı kullanıp da bu göz yanılması tiyatrodan kurtulamıyordum. Gözümü bağlamıştın ve benden de çok güçlüydün. Sana karşı koyamıyor, dayanılmaz cazibene karşı kendimi salıveriyordum. Senin elinde her şey ne kadar da güzel görünüyordu. Zaman hiç geçmeyecek, dışarıdan sur üflenmeyecek ve ‘Size tanınan mühlet artık bitti.’ denmeyecek sanıyordum. Bir çocuk gibi keyifliydim. Gülüyor, alkışlıyordum seni. Etrafımda benden ilgi ve sevgi bekleyenleri unutmuştum. Sanki ben, seni izlemek ve takdir etmek için vardım.”
Kendi içinde bir biri ardına yaptığı itirafların dayanılmaz azabıyla derin bir of çeken ihtiyar adam, bir yudum çay içip ateşe birkaç odun daha ekledi. Her köşe başında ayrılmak zorunda kaldığı o eski, o zamane dostları tekrar hatırladı. Ardından efkârın en koyusunu sigarasına iliştirip bir nefes daha çekti. Saatlerdir kendi kendisiyle konuşuyor ancak hâlâ enkaza döndüğüne inandığı bir ömrün içinde bulduğu ve “hata”, “günah”, “yapılmamalıydı”, “çok pişmanım”, “keşke yapmasaydım, keşke olmasaydı, keşke gitmeseydim, keşke sevmese, keşke bakmasa, keşke almasaydım” dediği şeyleri seslendiremiyordu. Belki de cesareti itirafın ancak bu kadarına yetiyordu.
“Ah… Ben ne yaptım? Geçici bir hayatı, aldatıcı dünya zevkleriyle donatıp, ebedi olan bir yaşamı kaçırdım. Bu filmde ikinci kez oynamaya kalksam acaba aynı hataları tekrar yapar mıydım? Yine gidilmezlere gider, yine sevilmezleri sever miydim? Bilmiyorum… İnsan bildiği kadardır. Ne biliyorsak oyuz ve bildiğimiz kadar görebiliyor, bildiğimiz kadar hatalardan, yanlışlardan kurtuluyoruz. Artık başım gövdeme ağır geliyor. Eski şarkılarla, eski dostlarla hatıralarda yaşamak ecelim oluyor.”
Orta yerde bir şömine… Ateş etrafı aydınlatıyor. Birkaç sandalye ve eski bir koltuk… Uzun zamandır yıkanmadığı her halinden belli olan bir halı… Kirli bardaklar ve etrafa dağılmış eski eşyalar… Dağınık bir yaşama tam olarak uyan dağınık bir oda… Düzensiz ve perişan bir hal… Bu oda, tıpkı ihtiyar bir ruhun izdüşümü…
Hokkabaz gösterisini ilerlettikçe en sihirli oyunlarını sahneye koyuyordu. Yüzündeki gülümseme zamanın azalarak gösterinin sonuna yaklaşıldığını gösteriyordu. Bir ömür kadar süren bir aldatmacanın sonunda acaba hangi numara sergilenecekti? Seyirciler pür dikkat onu izliyorlardı. Bir ölü gibi itaat halindeydiler. İçi boş büyük kutular her ne kadar tabutu andırsa da Hokkabaz işini ustalıkla yaparak izleyicilerin dikkatini başka yere çekmeyi başarıyordu. Büyük kutuların içine giren figüranlardan bazıları kayboluyor bazıları da ikiye bölünüyordu. Sonra kaybolanlar geri geliyor, iki parça olanlar da tekrar tek parça halini alıyordu. Zaman yine iki farklı hikâye ve iki farlı hayat için aynı anda akmaya devam ediyordu.
İhtiyar adam artık soğukkanlılığını kaybetmeye başlamıştı. Şimdi düşünmüyor, içinden kendi kendisiyle konuşmuyordu. Kızgınlıkla ağzına gelen cümleleri pervasızca savuruyor, hiddetten ağzı köpükler saçıyordu. Durulmayacak bir deniz gibi taşmaya başlamıştı.
“Önüme çıkardığın her olguyu içi boş olan kutularda sakladın ve beni bir o kutuya bir bu kutuya koydun. Bende bu oyunu, bensiz oynayamayacağın izlenimine kapılmıştım. Öyle ya… Ortada ben olmasam sen kimi kaybedecek, sonra geri getirecektin? Kimin yıllarını çalacak, kimin hayatını aldatmacalarla çevreleyecek, kimin zamanını böylesine boş işlerle işgal edecektin? Yazık ki bunu daha bugün anlamış bulunuyorum. İş işten geçtikten sonra yani… Senin bir birinden daha hileli oyunlarına eşlik edeceğim derken asli gayemi unuttum. Koşumlarından boşalmış bir at gibi sana doğru koştum. Bu bizim oyunumuzdu güya… İkimiz birlikte oynuyor ve birlikte eğleniyorduk. Sonunda neden sadece ben yalnız kaldım? Neden sadece ben ağladım ey sihirli oyunların kralı? Neden? Ama bende sana oyun oynayacağım. Hem de senin hiç tahmin etmediğin bir şekilde. Bu perde benim çığlıklarımla kapanacak.”
Ve hokkabaz oyunun artık sona geldiğini belirten el hareketlerinin ardından yüzündeki gülümsemeyi muhataplarının üzerinde en vahşi haliyle gezdirmeye başlamıştı. Artık perde kapanacak ve salon boşalacaktı. Ama herkes onun son gösterisini bekliyordu. Fakat salondaki seyirciler, son oyunun oynanacak olmasına rağmen, sahnenin her hangi bir malzemeyle doldurulmaması karşısında tedirginliğe düşmüşlerdi. Sahnede sadece Hokkabaz vardı ve oda vahşi bir hayvandan ödünç alınmış bir gülümsemeyle karşılarında duruyordu.
“İşte beklediğiniz an geldi sevgili izleyenlerim. Oyunlarımın en büyüğüyle şimdi karşınızdayım…
Siz, varlık nedeniniz olan hakikatleri hayatınıza aksettirmek ve o nedenleri yaşamak için dünyaya gönderilmiştiniz. ‘İlk yaratılışta’ bunu yapacağınıza dair, dağların bile kabullenmediği bu ağır sorumluluğu kabul etmiştiniz. Amaç; bir tiyatroyu andıran şu dünya hayatında size örnek olarak gönderilen elçinin hayatını önce taklit sonraysa tahkik boyutunda yaşamaktı. İsteseydiniz bunu yapabilirdiniz. Zira yaratılışınızda bu mükemmellik size verilmişti. Ama siz bunlara rağmen benim yönettiğim tek perdelik oyunun izleyicileri olmayı daha keyifli buldunuz. Sizi, vazifelerinizi yapmaktan alıkoymak için kılıktan kılığa girdim. Tüm kötülükleri şekilden şekle sokup sizin için süsledim ve vazifenizi ifa için en önemli kaynağınız olan ‘zamanı’ yine sizden çaldım. Siz, en kıymetli hazinenizi bir hiç uğruna kaybettiniz. Tabiî bu arada benim de hakkımı vermeniz gerekiyor. Zira siz, emrolunduğunuz ve kabul ettiğiniz bir işi yapmazken, ben kendi istediğim ve kendi seçimim olan görevimi layıkıyla yerine getirdim. Evet Beyler! Bugünkü gösteri “Hayat Tiyatrosunda” sergilenen “Hayat Oyunuydu” ve sizler bu oyunda kaybeden taraf oldunuz. Ben sizin çok eski bir tanıdığınız düşmandım. Size haber verildiğim halde bana yenildiniz. En azından bu tiyatroda beni izleyenler bana yenildi. Benim açımdan geçici de olsa zafer zaferdir. Ben hokkabazların en büyüğü olduğumu böylece bir kez daha ispatlamış oldum. Ama sizden sonra gelenler yine aynı oyunu izleyecek ve yine aynı hataları yapacaklar. Çünkü siz ibret almıyorsunuz. Ve benim en çok sevdiğim, insanoğlunda gizlediğim haslet de budur.”
Hokkabaz sözünü bitirdikten sonra sahneden inerken, salon derin bir sessizliğe ve şaşkınlığa düşmüştü. Ardından salonda geç kalmış pişmanlıklar ve bir daha tutulamayacak sözler yerini almıştı. Artık Hokkabazın dediği gibi zaman dolmuş ve oyun bitmişti. Perde izleyiciler için ebediyen kapanmıştı.
İhtiyar adamın odasından artık sesler gelmiyordu. Sabah ihtiyarın evine giren komşuları, eski masanın üzerinde asılı duran ihtiyarın cesediyle karşılaşmışlardı. Perişan bir yaşamın burada, bu odada yaşandığını dağınıklığının her haliyle yansıtan oda, ortasında duran ölüyü anlamsızca seyredenlerle dolmuştu. İnsanlar meraklı bakışlarla bir birlerine ne olduğunu soruyorlardı. Derken haber kısa zamanda semte yayılmış ve ihtiyar adamın dedikodusu yapılmaya başlanmıştı bile. Kimsenin dikkat etmediği bir zamanda hayata karşı son bir hamle yaptığını sanan ihtiyar yaktığı ateş sönmeden, kendi içindeki yaşam ateşini yine kendi elleriyle söndürmüştü. Hokkabazın konuşmasını yaptığı zamanda ihtiyar adamda son cümlelerini kuruyor ve son sözlerini kâğıda döküyordu. Sabah onu bulanların fazla çaba sarf etmeden hakikati anlamalarını istiyordu sanki.
“Ben ihtiyar adam: Kendisine tanınan zamanı en kötü şekilde kullanan gafil! Hayat tiyatrosunun insanı aldatan sahnesinde en ön koltuğa kurularak, dününü ve yarınını düşünmeden tek kıymetli hazinesi olan ‘zamanı’ heba eden kişi… Sahnede en eski düşmanımı tanıyamadım ve onun oyununa geldim. Bu oyunu ortak oynadığımızı, becerilerinin bir kısmında da benim payım olduğunu ve oyunun neticesinde izlemeye gelen herkesin eğlenerek güzel vakit geçireceğini söyleyerek beni kandıran Hokkabazdan intikam almak için kendi kararımla hayatıma son veriyorum. Sonunda sadece onun güldüğü, yalnızca benim ağladığım bu oyunu onun iradesi olmadan terk ediyorum. Artık ne onun ne de onun oyununun bir parçasıyım. Ben isteyerek girdiğim bu hayat tiyatrosundan yine isteyerek çıkıyorum. Bir ömürlük bu oyun boyunca bana, hep güzel şeyleri çirkin, çirkin şeyleri ise güzel gösterdi. Bin bir hilelerle kurduğu tuzaklarında hayatımı heba etmeme neden oldu.
Ey Hokkabaz duy sesimi! Sende en az benim kadar kahrolacak, sende en az benim kadar azaba uğrayacaksın. Senden intikamımı alıyorum bu son hamlemle. İşte senin sahnende oynanan oyunundan sana sormadan, apansız çıkıyorum.”
İhtiyar adam bu notun ardından kendini ölümün karanlık sularına bırakırken, bir bilinmez yerden insanın tüylerini ürperten vahşi bir kahkaha koptu. Sonra Hokkabaz, boşlukta asılan ihtiyarın çırpınışlarını seyrediyormuş gibi son sözünü söyledi:
“İşte şimdi en büyük kaybedişle kaybettin ihtiyar adam.”
Geride sadece sessizliğin kaldığı bu tiyatroda salon yine her zaman dolacak, perdeler hep açılacak ve hep kapanacak. “Hayat Tiyatrosu” kendisine seçtiği yeni kurbanlarla oyununu yine sahnelemeye devam edecek, kendinden önce kaybedilmiş hayatlardan ibret almayan bir topluluk için.