Şimdi cihanı âleme bir mektup yazmışsın. Haklı olarak üstüme alındım. Ne de olsa yoldaşlığımız, onun da ötesinde kardeşliğimiz var.
Oldum olası, Leylâ û Mecnûn hikâyesini okuduğumda içten içe bir kaval sesi duyarım. Padişahın kızına âşık olan çobanın çaldığı kavaldır bu. Sonra hemen zihnime hazır bir yargı hücum eder; şarkın kendi kendini şarklaştırması! Biliyorsun bu bitmez tükenmez drama her zaman şüpheyle baktım. Hâlâ bu hikâyenin Hint kaynaklı olduğu kanaatindeyim. Eskisi gibi. Tıpkı o iğreti Romeo ve Julyet uydurmacasının Leylâ û Mecnûn ve diğer aşk hikâyelerinden etkilendiğini düşündüğüm gibi. Burada bir parantez açmak lâzım. Batı, insanı tanrılaştırdı, insana tanrılığı yakıştırdı fakat tanrıya âşık olmayı insana da tanrıya da yakıştıramadı. Tanrı ve insan algısı sakat olunca haliyle aşk algısı da sakat. Her neyse…
Mektubun sular seller gibi. Sen konuşurken de böyleydin. Yaşarken de. Kaç gece beraber ansızın aldığımız bir kararla evden fırlayıp denize gitmiştik. Yaz gecelerinin o serin ve çıplak sokaklarında sürükleniyor ve sürüklüyordun. Fakat sahile varır varmaz bir hayal kırıklığı yaşardın. Sanki aradığını bulamamış gibiydin. Hâlbuki sen bulmak istemiyor yalnızca aramak istiyordun. Bunu çok sonraları, yalnız kalıp düşündüğümde anladım. Çocukluğuna dair anlattığın hikâyelerden bir hükme varmıştım: Sen ırmakların çocuğuydun. Ermenistan sınırında bir köyde büyümüştün. Sınırı çizen ırmağın kenarında ki bir köyde. Biz diyordun; köyün kilometrelerce yukarısına gider oradan kendimizi ırmağa salardık. Azgın bir sel suyuna benzeyen ırmak bizi köye getirene kadar dalgalarla beraber havaya kalkıp inerdik.
Belki bu yüzden terk edip gittin. Belki durulmaktan korktun. Alışmaktan korktun. Evet evet, yaşamaya alışmaktan korktun. Dünyaya alışmaktan, dünyaya bulaşmaktan ve bulanmaktan. İnsan bu dünyadan su gibi akıp gitmeli. Hep böyle derdin.
Hatırlıyor musun, Mehmed’in yavuklusu Zehra’yı kaçırmaya gidecektik. Bir keder mâni oldu da gidemedik. Kızın babası apar topar kızı mahallenin kuyumcusuna nikâhladı. Mehmed dayanamayıp tecilini bozdurdu, askere gitti. Üç ay sonra şehid cenazesi mahalleye gelince, tekbirlerle mezarlığa giden kalabalığın içinde, sarhoş gibi yalpalayarak sürüklenmiştik. Günlerce şaşkın şaşkın dolaşmıştık. Biliyor musun ben aşka işte o zaman inanmıştım. Aşkın hiç bir zaman mecazi olamayacağına o zaman kani olmuştum.
İki ay kadar önce Zehra’nın bizim mahalleye taşındığını duydum. İçimi bir kurt kemirmeye başladı. Yıllar önce olmuş bitmiş mesele ama yine de meraktan kurtulamıyordum. Zehra, Mehmed’e; “Senden başkasına yar olursam başımı kaldırıp yürümek nasip olmasın!”, demişti. Niye söylemiş bilmiyorum. Belki o da bilmiyordu! Anadolu insanı işte; doğar doğmaz, içinde bin yıllık bir irfanın sezgilerini hazır bulur! Belki de daha en başta kaderini hissetti de peşin peşin gönül koydu. Bilmiyorum. Ama gördüm. Hem de kaç kere; başı önündeydi. Üzüldüm.
Bir gün, habersiz çıkıp gittiğin gibi, habersiz çıkıp gel. Ben yine dükkândayım. Fatih’te. Eski medresenin yanında. Bizans’tan kalma bozdoğan kemerlerine, sırtımızı dayayıp demli çay içelim. Ben sana Bitlis tütünü sarayım sen bana Nazım Hikmet oku. Çünkü sen ırmakların çocuğusun.
Tahir Tarık Balıkçı
4 Yorum