#direnobninsk

İbrahim Halil Aslan’ın ne anlattığını anlayamadık ama sanırız yazı güzel olmuş.

Ağaç, eylem, insan, haz ve idrak kelimeleri size neyi çağrıştırıyor?

***

Önceki on altı saati uyuyarak geçmiş bir Pazar sabahı, vaktiyle gizli bilimsel çalışmalar yapılabilsin diye ormanın içine saklanmış okulumun yakınında bir takım yol genişletme çalışmalarından mütevellit ağaçların hunharca katledileceğini öğrenmemle eylem yapmaya gitmem bir oldu.

Otobüsteki biletçi teyzeden on iki ruble karşılığında yirmi dakikalık bir özgürlük satın aldım: Otobüste bulunma özgürlüğü. Yolda giderken yapacağım eylemin boyutları ve getireceği ses hakkında uzun uzun düşündüm. Öncelikle ‘eylem bir kız ismi değildir’den ziyade; eylemin ‘sadece’ bir kız ismi olmadığına kanaat getirdim. Çünkü hiçbir iddia/yargı/hakikat zıddını inkâr ederek haklılığını ispatlayamazdı; ancak zıddına rağmen ve hatta onunla birlikte varlığını ortaya koyabilir ve eğer mümkünse daha güçlü olduğunu gösterebilirdi. (Ki burada daha güçlü olduğu konusunda şüphem yok.)

Eylem mekânımda durak olmadığından okula kadar gidip on dakika kadar geri yürümek zorunda kaldım. İki arabanın ancak yan yana geçebildiği dar bir yoldan sağlı sollu orman manzarasını seyrederek eylem mekânıma geldim. Etrafta ne bir iş makinesi ne de çalışan işçiler vardı. Kandırılmış olmanın hazzıyla bir gürgen gölgesinde oturdum.

Topkapı’daki surların dibinde bile ‘vaktiyle şu an durduğum yerde ne savaşlar olmuş’ geyiğini yapmayı sevmezken;  istemsiz, bir zamanlar buralarda neler yapıldığı hakkında düşünmeye başladım. Yıllarca dünyanın hiçbir yerindeki insanların, hatta bu ülkenin insanlarının bile çoğunluğunun haberdar olmadığı bir şehirdi burası. İkinci dünya savaşı sırasında uçaklardan fark edilmesin diye kritik binaların üzeri orman manzaralı brandalarla kapatılmıştı. Hiç kimsenin haberdar olmadığı bir şehirde doğup, hiç kimseden haberdar olmadan ölen insanlar da vardı mutlaka. Hatta belki de son gördüğü şey şu an sırtımı yasladığım ağaç olan insanlar bile olabilirdi. Anlamsız bir şekilde geçmişe dönüp bugüne bir mektup yazma hissiyatı doğdu içimde. Bu düşüncenin anlamsızlığına kanaat getirdikten sonra bugünlerden bir mektup yazıp geçmişe göndermek istedim. Yüz metre ötedeki okulumda temelleri atılan nükleer başlıklı silahların, şehrin öteki tarafında yapılan uzay çalışmalarının gelecek yıllarda nelere mâl olacağını anlatmak istedim. Altmış yıllık bir tarih aralığında gezinip dururken en nihayetinde, bütün olayların kendi yargılarım ve bunları oluşturan hayatım üzerinde dönüp durduğunu fark ettim.

Hatırladığım ilk anım olan parktan şu an yürüme mesafesindeki okula kadar hızlı bir medcezir yaşadım. Tamamı can sıkıntısıyla geçmiş çocukluğumu -insanların büyük çoğunluğunun aksine- hiç özlemediğimi ve dünyaları verseler bir daha dönmek istemediğimi çok öncelerden biliyordum zaten. Şimdi de ta o zamanlarda bile sebebini düşünmeye başladığım bu sıkıntının kaynağını hatırlatmaktan ve bu sebeple canımı sıkmaktan başka bir şeye yaramadığından hızlıca lise yıllarıma geldim. Ne yazık ki; okula gittiğim ilk gün sorduğum ‘Nasıl bitecek bu dört yıl?’ sorusunu doğrulayan gelecek dört yılı da huzursuzlukla anıp hızlıca sonrasına geçsem de bu kadar nimetin ortasında şükürsüzlük yaptığımı düşünerek bir nebze içim acıdı. Ancak bunun şükürsüzlük olmadığını, hiçbir anlam ifade etmeyen bu yerlerde sebebi belirsiz ve arka planında ‘Ne zaman bitecek?’ sorusu gizli olan bir sıkıntının yansıması olduğunu düşünerek kendimi teselli ettim. Benim için boşa geçen dört yıl ve üzerinde büyük harflerle ‘diploma’ yazan bir kâğıttan başka hiçbir şey ifade etmeyen lise yıllarımın ardından gelen yılları da düşünmenin gereksiz olduğunu düşünerek bu anda yaşananlara bakmaya başladım.

İçerlere doğru yürümeye başlasam muhtemelen on beş dakika içerisinde kaybolacağım ormandan şehrin soğukluğuna, oradan ülkenin sefilliğine ve dünyanın boşluğuna doğru uzun ve sessiz bir tefekkür eylemine başladım. Bütün bu ağaçlar, onlara sarılarak yaşayan asalak bitkiler, bataklığın üzerindeki böcekler, toprak ve onun içindeki mineraller… Hepsi insanlar için var; fakat burada niçin olduğunu bilen çok az insan var. Neye, nasıl ve niçin inandığını bilmeyen, bir kısmı inanmayan,  geri kalan büyük çoğunluğu ise inanmak üzerine hiç düşünmeden sözüm ona yaşayıp giden milyonlarca insan… Çalışmak ve eğlenmek üzerine kurulmuş hayatları olan insanların çalıştırmak ve eğlendirmek üzerine kurulmuş devleti…  ‘Sahibi yoksa benimdir’den, ‘elde edebiliyorsam benimdir’e kadar uzanan bir savaşın amaçsız tarafları… Bütün bu gürültünün orta yerinde sessiz ve görevini bir an eksik etmeyen doğa… İnsanlar çoğu zaman bilmeyecek de olsa yine devam et sen diye seslenmek istediğim bu şehir… #direnobninsk

Dönüp dönüp doğaya gelmek her ne kadar duygusallıkla ilişkilendirilebilecek olsa da bunun arkasında heybetli bir hakikat var. Var olma telaşından bir anlığına sıyrılıp dut yaprağının alt yüzünde ters duran tırtılı ve onun değişimini göremeyenlerin bunu fark etmemesi elbette normaldir. Dönüp etrafına bakmalı ve o kokuyu hissetmelidir. Doğanın kokusunu. Ağaçlardan buldukları boşluklarda biten kokusuz papatyaların kokusunu…

muhur dergisi

Tüm bu düşüncelerle, can sıkıntısının ardından gelen ferahlığın da etkisiyle gözüm az ötedeki gelinciklere takıldı. Ben küçükken bunları dağ lalesi diye bilirdim. Dağ lalesi bildiğimin gelincik olduğunu öğrendiğim zamanki şaşkınlığım ve bir gül sayesinde aslında bunlara her iki adın da verildiğini öğrendiğim zamanki mutluluğumu hatırladım. Bütün güzellikler Allah’ın güzelliğine ayna ise; dünyadaki bazı güzellikler de -önceki yargıya sadece şeklen benzemekle beraber- birbirine aynadır belki de.

Eylemin sonunda elimde kalan iki cümleyle gölgemi toplayıp yurda doğru yürümeye başladım: Doğa başlı başına noktası bizden gizlenmiş bir idrak cümlesidir. Burada biraz dur. Papatyaların ancak koparıldıktan sonra kokmaya başlaması ise romantik bir eylem değildir. Bir düşün!

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir