Buhar

Midesi bulandıkça aklı duruldu. Ne yemişti? Ne yemişti? Yavaş yavaş her şeyi hatırlamaya başladı. Tabiî ya! Haşlama patates. En korktuğu yemek… Ne zaman yese böyle oluyordu. Ellerini kaşımaya başladı. Ellerinin kaşınması kaçınılmazdı. Çünkü kusmuş olmalıydı. Ne zaman kussa elleri kaşınırdı. Bir taraftan ellerini kaşıdı bir taraftan vücudunu yokladı. Saçına, gözüne, boynuna, omzuna, dizine, ayağına… Her yerine baktı. Nereye kusmuş olabilirdi acaba?

Ellerini koltuğun sivri kenarına sürtmeye koyuldu. Bu nasıl bir hırstı. Kaşınmak… Eli önce kızardı sonra kanadı. Kanlar akınca da merakı gitti. Şimdi kan damlalarıyla patates damlaları halının üzerinde garip bir şekil oluşturmuştu. Leke falı diye bir şey var mıydı acaba? Biri gelip bu şekli yorumlayabilir miydi? Hayır, hayır, geleceğini merak etmiyordu. Birisi lekelerine bakıp geçmişinden bir ipucu bulsun istiyordu. Gözlerinin bir işe yaramadığını çoktan anlamıştı. Gözleri bu yolculukta ona vaat ettiği hiçbir sözü tutmamıştı. Gözleri onu tuvalette unutup giden bir şehirlerarası otobüsüydü onun gözünde. Kendi gözleri kendi gözünde. Kulaklarına da itimadı kalmamıştı. Gürültünün esiriydiler. Diline gelince zaten dilinin patates sevdası yüzünden gelmişti bütün bunlar başına. Dili hiç olamazdı. Geriye iki duyu organı kaldığını fark etti. Çember daralıyordu. Nefes alıp verişleri hızlandı. Derisine hiç şans vermemişti ama önce burnunu bir kez daha denemek istiyordu. Platonik bir ilişki vardı burnuyla arasında. En az kulağı, gözü, dili kadar yetersizdi bu konuda burnu da, adı gibi biliyordu. Ne var ki koklamadan edemiyordu. Dilini damağına yapıştırdı. Kulaklarına pamuk tıkadı. Gözlerini kapattı. Halının üstüne uzandı ve burnunu kan ve patates lekelerine dayadı. Kokladı, kokladı, kokladı… Burnuna inanamıyordu. Âdeta hep aynı saatte, aynı durakta otobüse binişini izleyip tek kelime edemediği kız “Akbilin var mı?” diye sormuştu. Akbil mi kaldı? Bir salise. Akbil kokuyordu. Bu koku akbil kokusuydu. Akbili kandan ve patatesten yapmış olamazlardı. Patatesten bomba yapıldığını duymuştu. Bomba da akbil gibi kokmazdı. Aradığı ipucunu bulmuştu. “Son Akbil” diye bir kısa film yapmak istiyordu. İnternete koyacak ve izlenme rekorları kırmasını bekleyecekti. Antika bir akbil arıyordu. İlgisini çeken akbilleri insanlardan almak için onlara İstanbul Kart veriyordu. İnsanlar ne kadar da saftılar. Bir İstanbul Kart’a akbillerini veriyorlardı. Yüzlerce akbil biriktirmişti. İçlerinden hangisini başrolde oynatacağına karar veremiyordu. Sonra hepsini halının üstüne saçmış ve yine gözlerini, kulaklarını, dilini, derisini kapatarak sadece burnuyla, sadece koklaya koklaya akbilini aramıştı. İşte hayallerinin yıldızının, “Son Akbil” kısa filminin öz starının kokusuydu şu an kandan ve patatesten aldığı koku.

Patates lekelerini saklamalıydı. Patatesi kimse görmemeliydi. Patates namusuydu. Patates çıplak haliydi. Patates bekâretiydi. Kan umurunda bile değildi. Şu Hollywood filmleri ne işe yaramaz şeylerdi. Adama bomba yapmayı, kız tavlamayı, erkek ayartmayı öğretiyor; patates lekesini incitmeden ve eksiltmeden halıdan ayırmayı öğretmiyordu. Lisede gördüğü fen bilgisi dersleri de bu konuda çaresizdi. Yine burnuna mı güvenseydi? Ne varsa burnunda vardı. Tam koklayacaktı ki göz kapakları kendiliğinden açıldı. Gözleri bir şans daha istiyordu. Son bir şanstı. Baba yüreği işte, kıyamadı. Evlattı bu, atsan atılmazdı satsan satılmazdı. Önce halıya baktı. Sonra birden pencereye koştu. Camı açıp şehri izledi. Kadınlar olabildiğince örtülüydü. Erkeklerin hepsi yüzlerini elleriyle kapatmıştı. Bir sürü eli yüzünde adam ve hiçbir yerleri görünmeyen kadınlar… Kör bir şehirde yaşadığını böylece anladı. Kimse görmüyordu. Kadınların gözleri bile peçeliydi. Erkeklerin elleri gözlerini kaplıyor, burunlarını açıkta bırakıyordu. Tabiî ki bırakacaktı. Koklamadan yollarını bulamazlardı ki. Zaten kadınlar da arada sırada daha iyi koklayabilmek için peçelerini sıyırıp burunlarını havaya değdiriyorlardı.

Körler şehri, kör şehir. Onunki de işti yani. “Son Akbil” filmini çekmeye çalışırken “Son Gören” olmuştu. Görmek şöyle dursun, kimse bakmıyordu bile. Ne işi vardı, gözlerini niye şımartıyordu bu kadar. Tam bunları düşünürken hayatının en büyük özrüne adım attı. Peçesini sıyıran bir kadının burnundan bir şeyler damladığını gördü. Gözyaşıydı bunlar. Gözyaşı! Tuzlu su! Ne kadar yanılmıştı gözleri hakkında. Nasıl affettirecekti kendini onlara. Demek ki gözleri hep görmüştü de o bakmayı bilememişti. Artık geçmişini aramaya gerek kalmamıştı. Gözyaşı her şeyi açıklıyordu. Geçmişi tuzlu sudan ibaretti. Başka ne olacaktı.

Hemen halıya dönüp patates lekelerine tükürmeye başladı. Ağlayamazdı çünkü. Gözlerinin yüzüne bakamıyordu. Çok mahcuptu onlara karşı. Cesaret edip “Ağlayın” diyemezdi. Dolayısıyla tükürecekti. Tuzlu su yapmanın aklına ilk gelen yolu buydu. Tükürdü, tükürdü, tükürdü… Tükürmede sıkıntı yoktu. Tükürüğü boldu. Patates lekeleri iyice ıslandı. Şimdi sıra tuza gelmişti. Tuzu nereden bulacaktı? Elbette! Rüyaları çok tuzluydu. Hemen uyumalıydı. Bir rüya görürse bu iş çözülecekti. Tuzsamak için bol bol su içti ve halıya uzandı. Tavana bakarak uykuya dalmaya çalıştı.

Ne zaman uyuduğunu ne zaman uyandığını anlamamıştı. Rüyasında tuz mağarasına hapsedilmişti. Durmadan duvarları yalamıştı. Tuza kanmıştı. Tuz ne lezzetti ama! İyi de rüyadaki tuzun halıdaki patates lekesine bir faydası yoktu ki! Çaresiz bir şekilde kıvrıldı. Bacaklarını karnına çekti, ellerini koynuna soktu, lekeleri seyre daldı. O patatese lekelerine bakmak istedikçe gözleri kana kayıyordu. Gözlerine borcu vardı. İstemeye istemeye de olsa kan lekelerini seyre daldı. Son akbili hatırladı. Masmaviydi. Ucu hafiften yanıktı. Dünyanın en güzel akbili olduğuna şüphe yoktu. Sesi o kadar etkileyiciydi ki eve bir akbil makinesi almıştı, sesini duymak için basıp basıp duruyordu. Yanlış anlamayın. Akbilin içi boş olduğunda çıkan o geçersiz sesini seviyordu. Sonra doya doya kokluyordu. Hiç bakmıyordu. Ucundaki yanığı görmemek için sürekli gözlerini kaçırıyordu. Hayalleri korkusunu giderdi. Gözlerine karşı bir kez daha mahcup oldu. Ama ne mahcubiyet! Meğer hiç önemli değilmiş yanık. Minicik bir yanık üzerinden gözlerine, kendine, şehre yaptıklarına baktı. Her şeyi mahvetmişti. Ama hâlâ bir fırsatı vardı. Çıkmamış candan ümit kesilmezdi. Kendini son akbilin hayaline bıraktı. Terledi. Terini patates lekelerinin üstüne sürdü. Aradığı tuzu bulmuştu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Mükerrem Mete

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • kübrarararerere , 26/12/2015

    ilk bir kaç cümleden sonra yine mi yemek dedim yine mi yemek!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir