Küçük Prens’i Yazamamak

Bazen, yapmak isteyip de yapamadıklarım, sürekli ertelediklerim bir tortu gibi üzerime çöküyor ve zamanla onunla yaşamaya alışıyorum. İçimde bir tembellik hastalığı olarak tebârüz eden bu hisleri hatırlatacak bir hadise vuku bulduğunda ise yutkunuyorum ve boğazımda kekre bir tat duyuyorum. Bir yılın nasıl geçtiğini muhasebe ederken, sadece günleri değil, planlarımı da ardımda bıraktığımın farkına varıyorum.

Uzun zamandır yazmaya niyetlendiğim hatta notlarını aldığım, beş ayrı çevriden okuduğum ve Yahyâ ile Gülce’ye ithaf etmeyi düşündüğüm ama bir türlü başına oturamadığım, belki de kitabın hakkını vermekten korkmuş, duygu yönünü kotaramayacağımı bildiğim için hep uzak durmuştum Küçük Prens’ten.

Küçük Prens ile iki bin on dört yılının ilk başlarında, bir arkadaşımın, “Büyükler bayılır rakamlara. Onlara yeni bir arkadaştan söz ettiğinizde, hiçbir zaman asıl önemli olanı sormazlar. Hiç ‘Ses tonu nasıl? En sevdiği oyun ne? Kelebek koleksiyonu var mı?’ demezler.  ‘Kaç yaşında?’ derler, ‘Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?’ Bunlarla da o insanı tanıdıklarını sanırlar. Büyüklere, ‘Pembe tuğlalı güzel bir ev gördüm, pencerelerinde sardunyalar, damında da güvercinler vardı,’ deseniz, o evi gözlerinin önüne bile getiremezler. Onlara, ‘Yüz bin franklık bir ev gördüm,’ demeniz gerekir. İşte o zaman, ‘Ne kadar güzel!’ gibi minik sevinç çığlıkları atarlar.” satırlarını iktibas olarak göndermesi vesilesiyle tanışmıştım.

İki bin on beş yılında Küçük Prens’in telif haklarının bitmesi ile birlikte seksene yakın yayınevi çevirisini yayımladı. Küçük Prens, benim için elbette sadece bir çocuk kitabı değil, hele de kişisel gelişim kitabı hiç değildi. Kitabın ana teması dostluk ve emektir. Yazar, bunu gül imgesi üzerinden okurlarına sunar. “Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır.” Tilkinin Küçük Prens’e söylediği söz ise dostluğu imliyordu: “Öğleden sonra dörtte gelirsen örneğin, saat üçten sonra kendimi mutlu hissetmeye başlarım.”

Yılın sonuna doğru yaklaşırken ajandama düştüğüm notlara tevâfuk ettim ve ziyan olmasın diye buraya iliştirdim.

Kitap, ilk olarak New York’ta bir otel odasında yazılmış ve ilk baskısı 1943’te yapılmış. Türkçeye ilk çevirisi ise basım tarihinden on yıl sonra, 1953’te, Ahmet Muhip Dıranas tarafından tefrika halinde yayımlanmış.

Japonya’nın Hakone İsimli şehrinde bir Küçük Prens müzesi bulunuyor.

Güney Kore, Gyeonggi kentinde de Küçük Prens temalı bir köy bulunmakta.

Mali’de yerel bir dil olan Bamburcada basılmış Küçük Prens, kitabın kapağındaki resim siyahî olarak çizilmiş.

Sadece Arjantin’de konuşulan Toba dilinde İncil’den sonra basılan ikinci kitap Küçük Prens’tir.

Küçük Prens’in, on bir filmi çekilmiş, dokuz tiyatro oyunu, üç opera, iki radyo oyunu ve kitap için yazılmış on şarkı bulunmakta.

Das Capıtal’den sonra en çok dile çevrilmiş ve en çok satılan kitap olma özelliğini de taşıyor.

Notları almaya devam etseymişim kim bilir daha ne kadar şaşırtıcı bilgiye ulaşacaktım. Ama bazen elindeki ile yetinmek, elindekinin kıymetini bilmek diğer bütün fazlalıkların fevkindedir.

Evet, “Çeviri ihanettir.” Bunu bilerek Küçük Prens’i beş çevirisini okudum. Diğer birçok yayınevinin yaptığı çevirilerinde önemli gördüğüm yerlerini kontrol ettim. Hemen hemen hepsinde çok küçük farklılıklar vardı. Agora Kitaplığı, Erhan Kayaalp çevirisi ise bana apayrı geldi. Öncelikle kitabı şairlerin o şairane dilinden ve betimlemelerinden kurtarmış ve hikâyeyi anlatıcının dilinden şimdiki zaman kipi ile değil de, geçmiş zaman kipi ile vermiş ve gerçekten güzel bir iş çıkarmış ortaya.

Hiç okumayanlar benim gibi daha fazla geç kalmadan gönül dünyalarına bir güzellik tohumu daha eksinler. Okuyanlar ise, Kayaalp’in çevirisini ihmal etmesinler.

Celal Kuru

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir