Bodur

Bodur, çirkinliğin tarihi yeniden yazılsa, dünyayı dolaşıp bütün çirkinleri görmenize gerek kalmayacak kadar tipsiz bir adamdı. Orman gibi gür, çatık kaşları; sivri, upuzun burnu; gülünce kulaklarına varan kocaman bir ağzı ve yassı bir çenesi vardı. Bu çirkinliğine kısacık boyu, mızmızlığı ve huysuzluğu da eklenince iyice çekilmez bir hâl alırdı. Bu yüzden karşılaştığı hiç kimse adını sormaya gerek duymaz, lakabı ile yetinirdi.

Babası, neslini devam ettirmekten aciz olan bu adamdan ümidini kesmiş, “Benim için bir kaza kurşunu, hayatımın en büyük cinayeti,” demeye başlamıştı. Bazen de “Bu adam benim sülbümden gelmiş olamaz. Bir kez annesinin üzerine ceketimi atmıştım. Olsa olsa bu ‘Ceketimin Oğlu’dur,” der ardından da dünyanın en büyük esprisini yapmış gibi katıla katıla gülerdi.

Kız kardeşleri ise, onunla aynı mekânda olmaya bile tahammül edemezler, gördükleri her yerde yüzlerini buruşturup uzaklaşırlardı. Hattâ evleneceği adamlarla tanıştırmaktan utanırlar, arkadaş ortamlarında böyle bir ağabeylerinin varlığından bile söz etmezlerdi.

Annesi ise tuhaf bir şekilde üzerine titrer, oğlunun çirkinliğine ve bodurluğuna bakmadan mahallenin en güzel, boylu poslu fidan gibi kızlarını istemeye giderdi. Hayır cevapları çoğaldıkça, Bodur’un ümidi azalmaya başlardı. Oğluna, Keloğlan’ın padişahın kızını aldığını, bastıbacak Napolyon’un dünyayı dize getirdiğini anlatır, o çirkin suratta bile umut çiçekleri açtırırdı.

Annesinden sonra muhatap olduğu tek kişi bendim. Ben de yalnızlığımı gideren bu hilkat garibesi adama tuhaf düşüncelerimi anlatırdım. O da hiç itiraz etmeden dinlerdi. Onun bu tavrını hiç de yalakalığa yormadım. O, benim huzurlu olmamı istiyordu sadece. Çünkü insan, onaylandığı yerin müptelasıdır ve yalnızca onların yanında nabzı normal atar. Hem insan sanıldığı gibi düşünüyorsa değil, onaylanıyorsa vardır. Âh bu büyük adamlar! Bizleri hiçbir zaman anlamayacaklar.

Bodur’un bunca çirkinliğinin arasında tek hasleti sesinin güzel olmasıydı. Bunu da ilk fark eden yaz Kur’ân kursunda müezzin İsmail olmuştu. Bütün makamları öğretmiş ve sesini terbiye etmişti. O sabah ezanı okurken, gaflet uykusunda olan herkesin gönlünden karanlığın tozlarını siler, uyandırırdı. Mevlid okumaya başlayınca abdestli abdestsizi, sarhoşu, yosması sanki kırk yıllık sofuymuş gibi başlarını öne eğip elleri göğüslerinin üzerinde dinlerlerdi. Bir ilahi okusa sarı çiçek cevap verirdi. Bu herif her hâliyle mendeburun tekiyken, sesiyle mübarek bir zâttı.

Kafamın içini bir karınca yuvasına çeviren bütün bu düşünceler Bodur’un sesini işitince zihnime üşüştü. Bodur’dan bugüne kadar birçok ezan, salâ dinlemiş olmama rağmen, bu sefer kararsız bir tını vardı sesinde. İns, cin hattâ hayvanatın bile hayran olduğu söylentileri dolaşan sesi niçin yüzü gibi bet bir hâldeydi. Yoksa tek güzelliğini, sesini de mi yitirmişti?  Hem kimdi ölen? Âşık olduğu, adını benden bile gizlediği kız mı? Kendisini reddedenlerden birisi mi? Yoksa yoksa annesi mı? Selâ uzadıkça benim de merakım sünüyordu.

Nihayet anonsa sıra gelmişti. Bodur’un babasının selâsını verdiğini öğrenince, duraladım. Kendisine bir ayakkabı çekeceği, düğünlerde hovardalık için taktığı kravatı, bir haspanın yanağında bıraktığı ruj lekesi, okeye dönebileceği bir taş kadar bile değer vermeyen bu adamın ölümü niye sarsmıştı onu. Bu neyin hüznüydü ki sesine bile sirayet etmişti?

Bu soruları ve evi dağınıklığıyla baş başa bırakıp hemen taziye evine doğru yol aldım. Henüz sabahın ilk saatleri. Ama  şimdiden yakmaya başladı güneş. Isırıcı bir sıcak. Kafamdan girip ayak parmaklarıma kadar ısırıyor. Her yer ıssız, her şey sükût hâlinde. Ölüm sessizliği sinmiş sanki yaşayan ve kımıldayan her şeyin üzerine.

Bodur’un evine giderken mezarlığın önünden geçiyorum. Birkaç adam babasının mezarını kazıyor. Hafızam Bodur’la burada geçirdiğimiz günleri ayaklarımın altına seriyor. Onlara basmadan, incitmeden yürümeye çalışıyorum. Bazı geceler eve dönerken mezarlığın sonundaki çeşmenin dibinde ona rastlardım. Niçin oturmak için sürekli mezarlığı tercih ettiğini sorunca, “Bazen bir mezar kazıp içine yatmak istiyorum.” derdi.

Sürekli sorular sorardı. “Ölünce cennete girersem uzun boylu, yakışıklı bir adam olabilir miyim? İncecik, selvi gibi bir kızla evlenebilir miyim? Düşünsene, lacivert bir takım elbise giydiğimi, kırk üç ya da kırk dört numara kunduralar da ne yakışırdı değil mi? Peki ya sen? Sen cennete gidersen orada da mı yalnız olacaksın? Ben yakışıklı olunca da ziyaretime gelir misin? Yoksa sadece çirkinim diye, acıdığın için mi geliyorsun?” Bu sorulara verecek cevap bulamazdım bazen. Köşeye sıkıştığımı görünce başlardı gülmeye. Katılırdım ben de ona. Birlikte gülerdik sebepsizce. Tâ ki mezarlığın önünde olduğumuzu hatırlayıncaya dek. İnsan işte, büyük mutsuzluklar içinde küçük neşeler arıyordu.

Yol boyunca insanlar yüzüme “Bodur’un arkadaşı” der gibi bakıyordu. Bodur’un çirkinliğinden nasibime düşen payı ben de almıştım sanki. Birazdan çocuklar etrafımı çevirecek, koro halinde “Bodur’un arkadaşı, Bodur’un arkadaşı” diye bir şarkı tutturacaklar diye bekliyorum. Lâkin onlar da sessizliği tercih ediyorlar.

Kapının önündeki kalabalığa bakıyorum. Annesinin istediği o güzel kızlar da gelmiş. Fısıldaşıyorlar kendi aralarında. Belki de hayatlarında ilk defa çekinmeden, iğrenmeden, şefkatle Bodur’un yüzüne bakmak istiyorlar. Anaç bir tavır var hepsinin yüzünde.

Eve girdiğimde kız kardeşleri koşturup duruyor, gelen taziyeleri kabul ediyordu. O ise, bir köşeye büzülmüş, küçücük bedeni daha da küçülmüş bir vaziyette annesini hayretle seyrediyordu. Annesi ağlıyordu. Dizlerini döverek, feryadı figan ederek. Oysa Bodur, babası annesine ne zaman sövüp saysa ne zaman dövse, babasına susarak beddualar ettiğini, bir ân önce ölmesini içten içe dilediğini düşünüyordu.

Annesinin bu haline şaşırıp kalmıştı Bodur. Ne yapacağını bilmeyen bir acemi, bir çaylaktı şimdi. O sanıyordu ki bu dünyada annesi bir tek kendisini seviyor, bir tek ona âşık, yalnızca kendisine bir şey olsa üzülüp ağlar. Oğlundan hariç bir dünyası yok. Sapık bir gâvuru haklı çıkartacak düşünceleri, hissiyatı tarumar olmuştu.

Bugüne kadar sığındığı annesi şimdi bir liman arıyordu kendisine. Annesinden hayatının en büyük rolünü çaldı. Teselli etmeye çalıştı annesini. Annesinin o güzel yüzünden buz gibi gözyaşları iniyordu bu sıcakta. Sildi gözyaşlarını. Parmağını dudaklarına koyup susturdu annesini. Yanı başına oturdu. Ve o yanık sesiyle annesinin yerine babasına ağıt yakmaya başladı. Bodur ağıt yaktıkça büyüyüp serpildi. Babasının bıraktığı gölgesinde bir çınar ağacına dönüştü. O çınar evin orta sütunu oldu.

Celal Kuru

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Ayyuka , 11/02/2021

    Celal Kuru bir senedir yazmıyordu. Sanırım okurları kendisini unuttu. Bir haftada 160 okuma. Dünya böyledir işte. Sen okurlara vefasızlık edip unutursan okurlar da seni unutur. Onayalanmaktan ziyade, insan göründüğü sürece vardır belki de, bilemedim.

  • Hiçkimse , 06/02/2021

    “Çünkü insan, onaylandığı yerin müptelasıdır ve yalnızca onların yanında nabzı normal atar.”

    Çocuktaki koşulsuz anne-baba sevgisinin temelinde de bu onaylanma ihtiyacı olabilir mi diye düşündürdü beni. Çünkü bir evlat ne yaparsa yapsın kapısının kapanmayacağı tek yuva anne-baba yuvası gibi geliyor bana.

  • ihsan , 05/02/2021

    ne güzel anlattın Celal Abi görünene takılıp kalışlarımızı. eline, gölüne, kalemine sağlık. ikinci bir hikaye de dile geldi içte, bu hikayenin okunması ile.

    salgından önceki bir edebifikir günüydü. cumartesi olduğundan bize göre karşı yaka olan Veznecilerdeydik. birbirimizden habersizdik aynı zamanda (ki belki de hala birbirimizden habersiziz.) hikayelerden bahsederken gençlere, içimden bu Celal Kuru olmalı diye geçirmiştim.

    hikayeleri olan insanlar değerlidir. hele iyi hikayeleri olanların değeri paha biçilemez!

    senin hikayelerin güzel. yüreğin de güzeldir. güzel yürekli insanlar ancak bilirler “bodur”ların içindeki güzellikleri. güzel yürekli insanlar bilirler her şeyin hangi güzelden geldiğin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir