Bir Cinnet Dekorasyonu

Henüz üzümün yaratılmadığı günlerden bu yana, neredeyse her gün kapısına tebelleş olan misafir, o akşam yine gelmişti. Ne vakit gelse kapıyı çalmadan içeriye giren bu arsız kapıkulu askeri, akıllı köpekçikle çakır keyif oldukları o akşam, evvela en büyük ismi unutturmuştu adama. Akabinde kendi ismi dâhil bütün isimler teker teker hafızasından silinmişti.

Bilahare, bir gece ansızın, merhaba, ben bir Tanrı misafiriyim, dışarısı çok soğuk, lütfen bana merhamet et dercesine, yalvaran gözlerle ona bakan bir demans dublörü, evinin başköşesine çöreklenmişti. Bir daha asla gitmeyeceği, şen şakrak gülüşünden belliydi. Unutuş, adamın hanesine öyle bir çöreklenmişti ki, bilinç, zamanla, evinin hiç girilmeyen rutubetli odalarına benzeyen, çok katmanlı bir matruşkanın en küçük parçası haline gelmişti. Bazen, erken doğum sancılarıyla tüm katmanları yırtarak dışarıya çıkıyor, belleğin en mahfuz köşesinde yuvalanan arkaik dönem tablolara sert birkaç fırça darbesiyle yeni bir şekil veriyor, akabinde yumuşak döşeğinde uyumaya devam ediyordu.

Ne yapsa boştu, adam, hayatına bir şekilde dokunan hiçbir ismi hatırlayamıyordu. Durmadan havlayan, kaşınan, iniltili çığlıklar atan, ağzından salyalar saçan, ona yıllar yılı can yoldaşı olan şu pitbull dedikleri yaratığın bile ismini hatırlayamıyordu.

Sanki isimler sonsuza kadar yok olmuştu. Artık sadece, cisimler vardı.

Tecelliler, pas tutmuş levhalara, yıllardır tozu alınmamış ikonaların küf tutmuş çerçevelerine şöyle bir aksediyor, oradan kebikeçlerin semirdiği el yazmalarına, oradan da, tedavülden kalkan alfabelerin kusmuğunda boğulan birkaç sıfatla -sadece sessiz harflerle buluşup- nevzuhur bir isimle el ele, kayıplara karışıyorlardı.

Misafir bu kez, kapıyı bacayı geçip pencereden içeriye süzülüvermişti. Adama, zamanında çok mürekkep yaladığını hatırlatırken, kıs kıs gülüyordu. Hakikaten öyleydi; çok düşmüş, çok kalkmıştı adam. Bu yüzden, esasen hiçbir ismin tüm vecihlerden yok olmadığını, belki yalnız bir cihetle de olsa, varlık hükümdarlığının tahtında oturan o azametli sultanın muhafızı olduklarını, çoktandır unuttuğu adı gibi biliyordu.

Lâkin bir türlü kanıtlayamıyordu.

Adamın tek dostu, kaynamak üzere olan kemik suyunun kokusundan çılgına dönen şu sevimli yaratıktı. Neredeyse on yıldır evinin arka bahçesindeki ahşap kulübede yaşayan bu yasaklı ırk, aslında dünyanın en zararsız hayvanıydı. Onu annesinden ayırdıkları günü hüzünle hatırladı. Akıllı köpekçik, o zamanlar ağzı süt kokan bir yavruydu henüz.

Arpa lapasıyla karıştırdığı kemik suyuna, kendi elleriyle hazırladığı bir parça ekmeği banarak hayvanın önüne fırlattı.

Misafir, bir taraftan şuh bakışlarıyla adamı izlerken, diğer taraftan bir sonraki kaos provasının fitilini ateşledi ve kapıyı tıklattı. Adam yine, şarkıya benzeyen bir takım seslerin kulağını tırmaladığını hissediyordu. Sanki misafir, tanımlayamadığı bir şarkının mihmandarlığında eve buyur edilmiş bir komşu gibi, aynı sevecenlik, aynı burukluk ve aynı merhamet istemiyle kapıyı tıklatmaya devam ediyordu. Kimse cevap vermeyince içeriden gelen vahşet çağrısına icabet etti ve kapıyı bir hışımda kırdı.

Yine, yeniden, ansızın bir savaşa çekildiğini duyumsadı adam. Sanki birisi onu kolundan tutuyor, zorla, acımasızca muhaberenin alev aldığı cenk meydanına çekiyordu. Hangi yönden, hangi surette olursa olsun, bir savaşa girdiysek, insanların öfke duygularına konu olmaktan çekinmemeliyiz, diye ünledi misafir. Adam ona, buruk bir sevinçle hak verdi. Lâkin merhamet isteği, o bir türlü doyurulamayan arzuların tezgâhında dokunan sentetik sevgi üretimi… Hayır, asla dedi adam. İnsanların acıma duygusuna konu olmaktan, toplama kampından kaçan esirler gibi kaçmalıyız. Olan bitenin sınırlı bilgisiyle -geniş bir ovayı andıran- kavramlar dünyasında büyüdükçe büyüyen, sivrildikçe sivrilen savaş baltalarını budama gayreti, olsa olsa boş bir hevestir, diye söylendi.

Boynunu, parmaklarını kütletti, derin bir nefes alıp misafiri kapı dışarı etmek üzere bir iki adım ileri atıldı. Sırt üstü yatmakta olan köpeğin heyecandan sallanan kuyruğunu ayağının ucuyla, yumuşak bir hamleyle dürtmekten kendini alıkoyamadı. Bu akıllı köpekle aynı evde yaşama düşüncesi, sevgi ve şiddet duygusunun mükemmel bütünlüğü demekti. Bu yumuşak tekme; aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağı safsatasının bomboş, temelsiz bir iddia olduğunun kanıtıydı.

Hayvana sert bir tekme daha atarak misafiri sevindirdi.

Misafir adama, başkalarının kahrını şerh ettiği o eski günleri anımsattı. O vakitler, kendinden ne kadar da emindi. Şimdilerde nereye elini atsa, kırık bir dekorasyon parçası parmaklarından süzülüyordu. Şimdilerde yazgı, kaleme gelmiyordu. “İnsanoğlu nasıl bir zamanlar dogmalarını din konseylerinden ediniyorduysa, daha sonraları da onları Bilimler Akademisinden edinmeyi seçmiştir” diyen kelli felli bir allâmenin sözlerini hatırladı. Acaba o kelli felli allâme, dünyanın terse doğru akan nehirlerinde yıkanırken, ilkelerine uyma cesaretini gösterebilmiş miydi?

Misafir, kırılan kapının kulpunu yerine takmaktan vazgeçti. Adamın sol kulak çeperine sırt üstü uzanmış, bir yandan kemanının tellerini yağlıyor, diğer yandan yeni bir konçertoya hazırlanıyordu.

Ve maestro, şarkı başladı.

Sanki adam, misafirin işareti ve şarkının ahengiyle köpekle birlikte havlamaya başladı. Bir süre ellerine baktı, kulaklarında çınlayan şarkının sözlerini hatırlayamayınca ahşap kulübeye yöneldi. Gitti, başını okşadı canavarın, tasmasını salladı, ona bir parça kuru, bir parça da yaş mama ikram etti.

Göğsündeki ak pak desenleri kutup çizgisine en yakın olan kıtaya benzettiği -şuan ismini hatırlayamadığı- o büyük ülkeyi andıran şu kahverengi yün yumağı, bir zamanlar dünyanın en tatlı, en zararsız, en masum yaratığıydı… Esasen, hâlâ daha öyleydi. Bir kez olsun adamı ısırmamış, ona en ufak bir zarar vermemişti.

Adam, kazanın dibine yapışan arpaları kepçeyle kazırken, iki parça kesme şekeri su kabının ucundaki bölmeye iliştiriverdi.

Şarkı hızlandı.

Misafir, güvercin adımlarla örs ve üzenginin ayrıldığı kirişe yaklaşarak; kelamın ve nizamın aynı kökten beslenip, aynı gövdede birleşen devasa bir ağacın dalları olduğunu hayal etmesini söyledi. Gençken, henüz yeni yetme bir üniversite öğrencisi iken, incir ağaçlarının sıhhati için etrafına çullanan ayrık otlarını neşeyle ve gururla temizlediği günleri hatırladı adam. Oysa şimdi, bütün ağaçların, bütün çiçeklerin, bütün böceklerin isimleri teker teker kaybolmuştu. Sıfatlar yetim kalmış, bütün isimler boşlukta havalanmaktaydı.

İsimler ebeden gitmişlerdi. Şimdi sadece, remizler vardı.

Şimdi bir zakkum ağacının gölgesinde, karşısında deliler gibi toprağı eşeleyen şu bit torbasına bakmaktan başka bir uğraşı kalmamıştı. Eskiden olduğu gibi fışkıran budakları orakla, keserle, bıçakla budamaktan acizdi. O incir ağacından düşeli beri, kelamın ve nizamın hitama erdiği meyve bahçesinde, keşfin ve müşahedenin yakınlığının başladığını, bulanık bir sis perdesinin ardından zevk ve acıyla izliyordu. Artık, yakınlığın başladığı yer toprağın kendisiydi. Zira bir incir dalının aşısıyla fışkıran o cedel ağacının, serapa uzayan budaklarını, meyve makaslarıyla budayan babaerenleri görmüştü. O babaerenler ki; en sonunda ağacı kökünden koparıp, kavga ve dövüşten el etek çekerken ne kadar azametliydiler.

Misafir ünledi, üzülmenin lüzumu yoktu. İş işten geçeli çok olmuştu. Şu akıllı köpekten feyz alıp yoluna devam etmeliydi. Artık geri dönüş yoktu. Zira incir ağacından düşeli beri, suların altından uzun nehirler akmıştı.

Köpeğe küçük bir çakıl taşı fırlattı adam. Kuyruğuna doğru kıvrılan hayvan irkildi, havladı, esnedi. Yarım kalan çevrimi tamamlamak üzere tekrar kıvrılıp uyumaya devam etti.

Şu akıllı köpekçik uzun zamandır tüm sırlarını paylaştığı tek arkadaşıydı adamın. Ona, arada bir tekleyen ama durmadan, ilk günkü heyecanla atan kalbinden daha çok güveniyordu. Eskiden nehir boyunca uzun yürüyüşlere çıkarlar, karaağaç gölgelerinde soluklanıp hep bir ağızdan şarkılar söylerlerdi. Şehirden uzaklaştıkları o süre zarfında tasmasını çıkaracak kadar güveniyordu ona. Dönüp baktığında içini kemiren şüpheye rağmen, bugün bile, ona kendinden daha çok güveniyordu.

Kazanın dibine doğru yuvarlanan ufarak bir kemik parçasını alıp bakracın kenarına fırlattı. Akıllı köpekçik uyandı, irkildi, kulaklarını dikti, tekrar başını çevirip tatlı uykusuna devam etti.

Uzun bir sessizliğin ardından yine işmar etti misafir. Yeni bir senfoni hazırlığında olduğu belliydi, viyolonselini çıkardı ve en büyük bestesini çalmaya başladı.

Senin bir Tanrı tasavvurun yok mu?” diye başlıyordu şarkı.

Şanı değil, adı üzerindedir; Tanrı tasavvuru, diye inledi adam! Bu biçimiyle onu tasarlayan bizler isek, musavvirin fırçasını sürdüğü palet, indî bir deneyimi referans alıyor olmalı, diye tekrar inledi! Öyleyse bütün tecrübeler başka tecrübelerin sürekleri, imitasyonları, kurguları olmalıydı. Ya yıllardır içinde taşıdığı, kafasına göre şekil değiştiren Tanrı, ömrü boyunca yapıp ettiklerinden, okuyup öğrendiklerinden, bakıp efsunlandığı imajlardan esinlenerek biçimlenmiş bir Tanrı tasavvuru idiyse? O vakit ne yapardı.

Misafir sevinçten havalara uçuyor, adamın kulak memelerinden omzuna, oradan şen şakrak kahkahalar, deli Dumrul naralarla, şarkılar, türküler söyleyerek kendisini boşluğa bırakıyordu.

Tekrar, tekrar ve tekrar…

Adam, o büyük ismi hatırlamaya çalıştı.

Başaramadı.

Köpeğin havlamasıyla irkildi. Gülümsedi. Akıllı köpekçik, dedi zincirini tutarak, yaşlandın, eskiden çok daha akıllıydın. Çuvalın dibinde kalan birkaç parça karabuğday tanesini avucunun içinde ufalayarak bakraca doğru silkeledi adam.

Misafir, kadim bestelerinden birine başlamak üzere siyah piyanosunun kapağını kaldırdı.

“Ya ulak? Ya ulağın habercisi? Onların sıdkı, getirdikleri haberlerin sıhhati? Acaba senelerdir Tanrı’dan gelen haberleri okurken, içini kemiren bir şüpheyle mi okudum?” diye devam ediyordu şarkı.

Midesine yerleşen gergefte -yüz yıllardır çürüyen bir kanaviçeye- bir çuvaldız daha geçirdi adam.

Acaba yıllar yılı, o genç yaşta kanserden ölen -yüzlerce kez denese de ismini bir türlü hatırlayamadığı- o şair kadın gibi düşünerek, şu gözlerinden alev çıkan köpeği ebedî bir esarete mi mahkûm etmişti? Hakikaten, bir zamanlar kendini bulunmaz Hint kumaşı mı sanmıştı? Kaç metreydi yokluğu? Ondan daha çok var mıydı? Onun yokluğundan dünyaya, yeni bir elbise çıkar mıydı?

Köpeğin başına sertçe bir tokat attı adam. Sonra giderek, artan tokatların şiddetini yavaş yavaş azalttı ve hayvanın kulaklarını okşamaya başladı. Usulca yanına eğildi köpeğin, sarıldı ona, öptü, kokladı… Uzun zamandır kendini yeni nesil bir dekorasyon malzemesi olarak duyumsadığını düşündü. Şu günden güne çürüyen bedeni; yükte hafif, pahada ağır bir inşaat malzemesi olmalıydı. Tutarsız düşüncelerin tavanına yapışmış bir alçıpen, üzerinde yürüyenlerin ayağı kaymasın diye halıya yapıştırılmış bir koli bandı, sıkıştırılmış bir ytong parçası olmalıydı… Durmadan biriken, sıkışan, kurduğu en tutarlı, en işlevsel bağlamı yeni bir kurguyla boşluğa bağlayan bu düşünce dekorasyonları; biricik sermayenin, tekâmülün parçaları olmalıydı. Gençliğinden beri, zihnen gelişmekten büyük bir haz duyuyordu adam. Tekâmül ettikçe bilgisi artıyor, bilgisi arttıkça tekâmül ediyordu.

Yalnız, ufak bir sorun vardı…

Bilginin hitama erdiği yerde başlayan, duygunun amansız yükselişi, çıkılan katlar arttıkça yönünü, şirazesini ve eski güzelliğini kaybediyordu. Çıktığı ve nihayet, sonunda aradığımı buldum dediği ve otağını kurduğu mahfilden, geldiği yerdeki kırılmış dekorasyon parçalarına bakınca -yani eski benliğine bakınca- işte o zaman, korkunç bir gerilim filminin başkahramanı oluyordu. Böyle anlarda, müreffeh bir göğsün inip çıkışlarını çatlarcasına arzuluyordu. Şu ahir ömrüm boyunca, şu çorak evren bozmasında neler gördüm neler, diyordu adam. Diyordu ve inim inim inliyordu. Şu cüruf çukurunda et yiyen bitkiler gördüm. O keneyi, o bit yavrusunu, o tekir kediyi gördüm. Her biri, devasa gökdelenlerden gözlerini kırpmadan atladılar, hepsini gördüm… Oysa şimdi, diye iç geçirdi adam. Yine, bilmem kaçıncı milyonuncu defa, yine, yeniden, tüm tasarımların boşa çıktığı şu ikindi vakti, şu köpek kılıklı bok torbasıyla baş başayım ve burnumun ucunu dahi göremiyorum.

Misafir, çok sesli çalgıların final bölümüne hazırlandığı nihavent kısmında, sözü koroya bıraktı: “Eski benliğin vadisinden hızla yeryüzüne çekiliyorum!”

Defol git dedi adam. Terk et beni. Port-folyosu başarılarla dolu, çok zeki bir adamın aptal, ablak, ebleh dekorasyonuyla, gülümsedi sonra. Bahçeyi dikkatle izlemeye koyuldu; kulübeye, ahşap müştemilatı çevreleyen çitlere, odunluğa, sofaya açılan yaldızlı kapının sundurmalarına uzun uzun baktı. Akıllı köpekçiğe çizdiği sınırı düşündükçe gülümsemesi yüzüne yayılıyordu. Kaslar, tam bir çevrime izin verecek esnekliğe sahip olsalardı, kesinkes ağlamaya başlayacaktı.

Misafir, adamın kalan üç beş tel saç telinden sinsice gülümsedi. İşte, yeni bir senfoni başlıyordu.

Misafir, akıllı köpeğe çizdiği sınırı derinlemesine çözümlemesini inatla icbar ediyordu.

İnsana had-hudut bildirme, onu bir muhasara çerçevesine hapsetme iştiyakı nereden icap etmişti acaba? O kaplumbağaya benzeyen arabaları çok seven gizemli adamın dediği gibi; neydi bu kesinlik tutkusu? İnsanı insan yapan, sakın kaçakları olmasındı… Flu olan, bir türlü yakalanamayan, o akışkan nesne kuruyup, üzerini örten tuz tabakası kırılınca acaba içinden ne çıkacaktı? Ve nihayet, kırılgan nesnenin gerçek güzelliği meydana çıkınca; kıymeti haiz bir antika, eşine az rastlanır bir eşya olduğu, sakın o zaman anlaşılmasındı. İşte o zaman, iş işten geçmiş olacaktı. İnsan bu gerilimle yaşamayı öğrenmeliydi. Ve hâlâ bir umut varsa, bu karanlık dehlizde saklanıyor olmalıydı.

Aylar sonra adam, ilk defa köpeğin zincirini çıkarmayı, onu özgür bırakmayı düşündü. Bir gardiyanın, binlerce defa ağırlaştırılmış müebbet yiyen bir mahkûm olabileceği ihtimalini düşünerek ürperdi.

Elleri titreye titreye de olsa, akıllı köpekçiğin tasmasını çıkarmayı başardı.

Akıllı köpekçik, adamın üzerine bir çocuk gibi heyecanla atladı. Her yerini yalamaya, ısırmaya, koklamaya başladı. Kaynayan kemik suyunun kokusu hayvanı divaneye çevirmiş, deliler gibi döndürüyordu. Sevimli canavar uzun uzun soluyor, tulumba demirine bir işaret fişeği bırakıp hızla sahibinin yanında dönüyordu.

Misafir, yaylı sazlardan üflemeli çalgılara geçti.

Gizli narsist hallerini, pembe, şarabi renklerde, şirin mi şirin zırhların ardında sakladığı o sosyopat canavarı asla ehlileştiremeyeceğini, adamın kulağına fısıldadı. Bir zamanlar o da, şu köpeğe kendini yetersiz hissettirmek -akabinde güçlü kılmak için- ufak ayak oyunları ve kesme şeker ödülleriyle onu manipüle etmemiş miydi? Ve bunu bugün, hâlâ daha acımadan, kahpece, sezdirmeden yapmıyor muydu? Köpek, diğer insanlar gibi kendini de bu karagöz oyununa alıştırmış, bu gölge oyununu haince kanıksamıştı. Demek ki insan, bir köpekti. Demek ki bir zamanlar akıllı köpekçiğin ve şimdi -ismini hatırlayamadığı diğer herkesin- onun yanında kendilerini yetersiz hissetmeleri asla bir tesadüf değildi.

Eski günlerin hatırına, kaynayan kazanın sularının damladığı bakraca iki kesme şeker daha koydu adam. Akıllı köpekçik yemek saatinin yaklaştığını iyiden iyiye duyumsuyor, bahçenin etrafında dört dönüyordu. Ahırdan bozma koyun yaslalarına bir işaret fişeği daha bıraktı ve hızla adama koşarak onu yere devirdi. Adam kahkahalar atarak hayvana sarıldı.

Derin bir sessizlik sardunyaları, akşamsefalarını, fesleğen kokularını aşıp yeni bir sessizliğin dekoratif aynasında kırıldı.

Misafir, nihayet, defolup gitmişti!

İçten içe, artık akıllı köpeğin tümüyle özgürlüğe kavuşma zamanının geldiğini düşündü. Bu duygu hızla yukarıya, alçıları dökülen dekorasyon malzemesine doğru tırmanmaya başladı. Köpeğin ölümü şekerden olsun dedi ve bir avuç kesme şekeri bakracın kenarına boşaltıverdi. Ne zamandır kimseye şaka yapmadığını hatırladı. Kendini bir türlü tutamıyor, kahkahalar atıyordu. Gözlerinden yaşlar gelene kadar bu ucuz şakasına gülmeye devam etti. Hayvan şiddetli açlığın etkisi ve glikoz şurubunun durmadan işmar eden rayihasıyla şekerleri iştahla yemeğe başladı.

Neden sonra adam, bakracı ayağının ucuyla kenara itti ve köpeğin tasmasını tekrar zincire bağladı.

Misafir, büyük bir intikam duygusuyla kılıçlarını tekrar kuşanmış, bu kez sol kulak çeperinden aşağıya süzülerek haşyetle geri dönmüştü. Adam, köpeğin tasmasını tekrar zincire bağladığı sırada, teslis kurumunun çok yanlış yorumlandığını düşünmeye başladı. Baba, oğul ve kutsal ruh, iç içe geçmiş bir yüzüğün parçaları olmalıydı.

İşte yine aynı şey oluyordu, ne zaman köpeği zincire bağlasa aynı şey oluyordu. İşte bilmem kaçıncı milyon defadır olan şey, yine oluyordu. Göğsü ne zaman birkaç santim genişlik bulsa, yılan suretinde bir heyula, özenle kurulan dekorasyonları ısırıp zehrini bırakıyor ve bahçenin en uzak köşesinde konuşlanan elma ağacına doğru kıvrıla kıvrıla ilerliyordu.

Bir zamanlar bel bağladığı ama zihnini ne kadar zorlasa da ismini bir türlü hatırlamadığı o yazarın meşhur aforizmasını hatırladı.

Gerçekten beklemek, erken ödenen bir kefaret miydi?

Bunu bizzat deneyimlemek istercesine, fokurdayan kemik suyu kazanını kulübenin yanından odunluğa doğru taşıdı ve bir sigara yaktı.

Akılı köpekle birlikte o da bekleyecekti. Bakalım ne olacaktı? Bakalım beklerken, düşünen adam heykelinin özgürce dolaştığı saklı cennete ulaşabilecek miydi? Şu cennete gidecek köpeğin ismi neydi? O da yüz yıllarca beklememiş miydi? Beklesindi bakalım, ne olacaktı? Gerçekleşen bir arzunun sona erdiği yerde, yeni bir arzunun kanatları kırılacak mıydı?

Adam, misafir ve köpek, saatlerce beklediler.

Hiçbir şey olmadı.

Akıllı köpek daha fazla dayanamadı, hırıltılar çıkarmaya, sessizce ulumaya başladı. Misafir, bas-bariton bir ses bombasıyla davullara geçti, konçerto tüm şiddetiyle yeniden başladı!

Adam, isimlerini unuttuğu, yakın ve uzak tarihin büyük kahramanlarını düşünmeye başladı.

Varlığın tahayyülünde tarih, en büyük handikaptı…

Tarihin bizzat kendisi, onu kaleme alanların bir kurgusuysa, adam gerçekten bir alçı parçası, sıkıştırılmış bir kum torbası, nihayet girdiği kalıptan azat olunca, sonunda tuz buz olacak bir kiremit parçası olmalıydı. Kemikleri, kırıldıkları yerde defalarca kaynamayı başarmışlardı. Belki de asıl handikap hâlâ yaşıyor olmasıydı. Gerçekten dünya çok güzel ve bir türlü düzleştiremediği berbat bir yuvarlaktı.

Oku, diye haykırdı misafir!

Şimdi kendine baktığı yerden, o büyük kahramanlar gibi yaşayamadığı için, hayatın intikamını, ismini çoktan unuttuğu eşinden, onu bir öğle üzeri terk eden o küçük kız çocuğundan çıkarmak için daha çok kitap okuyan, daha çok ezberleyen, o eski benliğin pürüzsüz heykelini muazzam itici ve çirkin buldu adam. Dikey yönlü derinleşemediği için, yatay yönlü genişleyen bu hayat tasarımını -ismini hatırlayamadığı o düşünen adam heykelini- bitmeyen bir deneyim arzusuyla çaresiz, küskün, öfkeli bir şekilde derinleşemeyen bir hayata yeğleyen, o devasa mermerin ham maddesini düşündü. Düşünme eylemini bir sabah sporu haline getiren, çelişkilerinden korkunç, içten içe pornografik bir illüzyon devşiren, o iştiyak ve hevesle Tanrı’nın hakikatine varma eylemini, tarih bilgisinin kimyasıyla çözeltip politik hezeyanlarına bağlayan heykeltıraş, acaba kendisi miydi?

Misafir, çok ama çok uzaklardan seslendi. Oku, dedi!

Ona kulak asmadı adam.

Dönüp baktığında yanına kalan, bilgi değil, duyguydu. Bu duyguyu, dehşetle duyumsadı. Mutfaktan kesme şeker kutusunu getirdi ve tamamını bakraca boşalttı. Kendini hiç olmadığı kadar hafif, huzurlu hissediyordu. Ağız kasları beynin hükümdarlığından âzâde olmuş, istemsizce gerilip esniyorlar, kendilerini -bir kahkaha biçiminde- o uçsuz bucaksız gökdelenden boşluğa bırakıyorlardı.

Konçerto, finale doğru iyiden iyiye hızlandı.

Gülüyordu adam, çatlarcasına gülüyor, kahkahalar atıyordu. Kendisiyle birlikte köpeğin de güldüğünü sanıyordu. Hayvan tüm gücüyle havlıyor, inliyor, çığlıklar atıyordu.

Kulaklarında, harici belleğe tek bir koldan hücum eden isimlerin, bir vakitler onu geniş, serin, çiçekli sayfiyelere buyur eden çağrışımları şiddetle yankılandı. Bir vakitler, çok sesliliğe niçin şimdi olduğu gibi katlanamadığını düşünmeye başladı. Oldum olası kakofoniden nefret ediyordu. O uzun favorili düşünür haklı olmalıydı, gürültüyü kanıksama, insanın hayatta karşılaştığı acı dolu gerçeklerden kaçmak için tasarladığı bir tür savunma mekanizması olmalıydı. Gerçekten öyleydi, artık anlıyordu. İnsanlar, gürültüyü tercih ederek, sessizliği bastırarak, bir türlü tecelli etmeyen isimlerin boşluklarını cisimlerin yankılarıyla doldurmaya, acıyı unutmaya ve hayattaki gerçekleri görmezden gelmeye bağımlı hale gelmiş zavallı yaratıklardı.

Gümleye devam ediyordu adam, nefesi kesilene kadar gülüyor, bir ara ağzından boşalan kanları hızla yere tükürüyor, ardından yine, çatlarcasına kahkahalar atıyordu.

Kaynayan kazandan bir kemik parçası daha aldı ve bakracın altına yerleştirdiği odun parçasına iliştirdi. Tecelli, kırılan çarkların yerini bulma uğraşıyla, henüz, isminin sadece birkaç harfinin bir görünüp bir kaybolduğu başka bir şairin dehşet verici dizelerine usulca yansıdı: “Bin yıl geçti. Ofelya yine üzgün. Uzun sularda kefen gibi akıyor…”

Kahrın, netameli gecelere çanak tuttuğu, umudun, insanoğluna kan kusturduğu sabahların üzerinden milyonlarca yıl geçmişti. Ama adam, süzgün bakışlı Ofelya gibi üzgün değildi artık, mutluydu. Çok mutluydu. Ne kadar ilginç, diye düşündü. İçinde bir çocuğun, bir köstebeğin, bir atın ve bir tilkinin olduğu o film repliği, her şeyi apaçık gün yüzüne çıkarıyordu. Kendimizi dışarıdan görüyorduk ama hemen hemen her şey içeride oluyordu.

Sevinç çığlıkları ve gözyaşlarıyla köpeğe tekrar sarıldı adam.

O görklü Tanrı’nın, cümle eşyanın bilgisini hızla namluya sürdüğü, ardında tüm sıfatların hazır kıta buyruğunu beklediği tecelli ordusunun azametli komutanı, matruşkaları bir bir parçalayarak, nezaketle kulak çeperlerinde belirdi. Yokmuş gibi duyumsadığı fısıltılar, ardı sıra yükselen ses dalgaları, anlamlı bir kelimeye kalp oluyordu.

O isim, o mükemmel isim hatırına düştü! Nihayet hatırlıyordu.

Bütün isimlerin -okuduğu lâkin anlayamadığı bir dilde- iki hecelik bir ses bombasında infilak edip tekrar cem olduğu o yekpare isim… O azameti Kibriya, o alametifarika, o büyük isim… O ismi nihayet, yıllar sonra yeniden hatırlıyordu.

Dil, varlığın evini terk etmişti. Dilinin ucunda değildi isim, dilin kendisiydi.

Sevinçten ve hüzünden, saç diplerinden parmak uçlarına kadar terledi adam. Misafir, kulak çeperlerini terk etmişti. Sadece sessizliğin ihtişamını duyumsuyordu. Büyü bozulmuş, bütün taşlar yerli yerine oturmuştu. O davetsiz misafir, bir daha dönmemek üzere, defolup gitmişti hayatından. Koro dağılmış, konçerto alkışlar eşliğinde sona ermişti. Köpeğin zincirlerini demir makasıyla kesmeye ve onu tümüyle özgürlüğüne kavuşturmaya kesinkes karar verdi. Dostunun yanında son defa, uzun bir süre oturdu, soluklandı… Öptü onu, kokladı, bağrına bastı.

Hayvan çıldırmış gibi havlıyor, ağzından salyalar, türlü cerahatler fışkırıyor, eşeleniyor, zincirin mukavemeti nispetinde geriliyor, gevşeyip kulübeye doğru seyredip tekrar geriliyordu.

Adam, kilerden demir makasını almak ve kemik suyu lapasını hazırlamak üzere ayağa kalktı. Birazdan köpeğe -son akşam yemeğini- hazırlayacak, müthiş bir ziyafet çekecekti. Yere eğildiği sırada köpeğin debelenmesiyle etrafa saçılan kesme şekerleri eline aldı ve ayağının ucuyla kaynamakta olan kazanı ileriye doğru ittirdi. Şekerleri gömleğin iç cebine koymasıyla köpek şiddetle haykırmaya, tüm gücüyle havlamaya başladı. Adam, iki eliyle kazanın kulplarını bakraca doğru çekmeye yeltendiği sırada köpek, beklenmedik, seri bir hamleyle adamın kolunu hafifçe ısırdı. Adam, açlığın etkisiyle ufak bir şakaya maruz kaldığını düşünerek gülümsedi. Tekrar ayağa kalmak üzere davrandığı sırada bu kez ayağının sertçe ısırıldığını hissetti. Ayakları birden yerden kesildi, şiddetle, kan revan içinde sağa sola savruluyordu. Korkudan ve acıdan yere yığılan adam, kaçmak üzere son bir hamleyle kulübenin çıkış kapısına doğru başını uzattığında, boynuna kilitlenen azı dişlerinin acısını iliklerine kadar hissetti. Metrekare başına 160 ton-kuvvet basan bu sırtlan dişleri, evvela şah damarına, oradan omurilik soğanına, oradan başını vücuduna bağlayan uzun kemiğe temas ederek boynu korkunç bir sesle kırıp parçaladı.

Bahçedeki şadırvan, adamın şahdamarından fışkıran kırmızı, sıcak boyaların resmiyle yavaş yavaş kana boyanıyordu. Adam, omuriliği baskılayan şiddetli darbeyle o an felç olmuş, bütün mafsalları işlevini yitirmişti. Parmağını oynatmaktan aciz, bir koyun gibi ölümü bekliyordu.

İbrahim, İsmail ve İshâk…

İşte, bütün isimleri hatırlıyordu.

Adamın kana bulanmayan tek gözü, toprakta canhıraş çalışan işçi sınıfının bulanık aksinde asılı kaldı. Şu karıncalar, bir parça şekere ulaşmak için deli gibi çalışıyorlardı.

Tecelli, küflü çarklardan boşalan tüm isimleri, sapasağlam, kendi mahfillerine oturttu. Mümkün varlıklardan cisimlere doğru güçlü bir yaylım ateşi başladı. İsimlerden cisimlere, cisimlerden retinaya, an be an solmakta olan retinadan, beynin hâlâ daha nefes alan son hücresine hücum eden bir suretler ordusu, son bir saldırıyla direnerek, karşı atak başlattı.

Yaklaşık beş dakikadır kendisiyle aynı kaderi paylaşan, bambaşka bir yaratıkla göz gözeydi adam. Fokurdayan kazanın kapağından kesme şekerin üzerine düşen sıcak su şekeri eritmiş, hızla kristalleşip katılaşmış, gelecek, uzun kış günleri için ambarına glikoz depolayan azgın bir karıncayı esareti altına almıştı. Karıncayı ve kendini, tamamlanmak üzere olan müthiş bir yağlıboya tasvirinin son rötuşları olarak hayal etti. Korkunç bir mukavemetle etrafa fışkıran kanın, bir türlü nüfuz edemediği yapışkan şeker havuzuna, içinde debelenen, şehvetten ve acıdan bayılmak üzere olan karıncaya hayranlıkla ve hüzünle, son kez baktı.

Şu zavallı karınca, diye iç geçirdi misafir. Sonunda, arzuladığına ulaştı.

Bahadır Dadak   

 

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Erol ulusal , 24/07/2023

    Bahadır merhaba öncelikle yazını beğendim tebrik ederim. Üniversitedeki ev arkadasın erol ben. Sosyal medya vs. Olmadığından sana ulaşamadım. Bi hasbihal etmek isterim.
    erol.ulusall@gmail.com numaranı gonderebilirsen sevinirim dostum. Allaha emanet . Kusura bakmayın burdan yazmak zorunda kaldım ;)

  • T. Tarık , 05/07/2023

    Hikâyeyi okurken sineme yaslanmış bir matkap ucu usul usul göğsümden içeri sokulurken
    “İbrahim, İsmail ve İshâk…

    İşte, bütün isimleri hatırlıyordu..”

    dizelerine gelince sanki uzun, sıcak, eziyetli bir günün sonunda akşam ezanı okunmuşta, iftar etmişim gibi oldum..

    Matkabın ucu kalbime değdi. Hikâye cümlesini buldu.. Ruhum gitti geldi..
    Bu dizeler olmasaydı, açacaktım ağzımı, yumacaktım gözümü..
    :)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir