İçi içine sığmayan bir adam. Anlaşılan güzel bir haber almış. Az ötesinde karalar bağlamış oturan bir başkası. Evet ona göre de bir başkası. Başkalaşıp oturan adama göre de o içi içine sığmayan adam bir başkası olmaya hızla koşuyor çünkü sevinci o denli dışarıya sızıyor ki bu sanki o sevince sahip olamayanlara bir nispet gibi algılanabilir. Karalar bağlayıp oturan az sonra ona karşı bir öfke besleyecek bu besbelli. Öyle de oluyor.
– Ağzımızın tadıyla şuracıkta karalar da bağlatmıyorsunuz insana!
– Efendim bana mı seslendiniz?
– Evet sana. O kadar mutlusun ki ne beni fark ettin ne de söylediğimi duydun.
– Ne münasebet ben sizi tanımam etmem. Niye fark etmem gerekiyor acaba?
– Sen de haklısın. Mutlu olmak zor birader.
– Sen benim neler neler yaşadıktan sonra böyle sevinçli olduğumu biliyor musun?
– Ben seni tanımam etmem, nereden bileyim.
– İşte bilmezsin. Tadını daha çok bozmak istemem, bana bulaşma hemşerim!
– İyi be git o zaman seni göremeyeceğim bir yere
– Aaaa şuna bak yaaa. Pişkinliğin de bu kadarı…
Böyle temassız bir kavganın orta yerinde kalakalmış bir başka âdem sırıtıp duruyor. Asap bozucu bir hergele. Kıkırdayıp duruyor ha bire. Çok geçmeden iki yabancının kendisine bir fenalık yapıp yapmayacağı ihtimalini düşününce tıpkı patlak bir lastik gibi havası ine ine durdu. En son “pihhiii” diye cılız bir ses duyuldu ondan. Söz dalaşına giren iki yabancıyla göz göze gelen bu sıbyan, hafif terelelli de olsa hoş görülmeyecek bir şey yaptığını anladığında ise yavaş yavaş tabanları kalaylayıp yuvarlandı. Ama ne yuvarlanmak. Ardında toz koymadı. Sildi süpürdü. “Velede bak be ne koştu. Tavşan gibi…” dedi karalar bağlamış olan. İçi içine sığmayan adam ise hiç oralı bile olmamıştı zaten. Belki de koştuğunu bile görmedi. Akşamüstüne doğru Üçüncü Ahmet Çeşmesi’nin yanından yöresinden eve, arabaya, vapura, kavgaya, düğüne, cenazeye, askere, kasaba, manava; belki bir ilk buluşmaya ya da ayrılığın kara haberini vermek üzere son buluşmaya, ne bileyim hastaneye, bir mezarlık ziyaretine belki ya da kaportacıya, okula, bunların hiçbirine, hiçbir yere, düştüğü durumdan kurtulmak için çırpınanların gittikleri yer nereyse oraya gitmeye ya da gitmemeye ayarlanmış terli, parfümlü, zayıf, çirkin, güzel, güçlü, torpilli, imtiyaz sahibi, zengin, fakir, yolsuz, yoldaş, eli çiçekli ya da çiçeksiz insanların homurtuları Mihrimah Camii’nin ezanları gibi etkileyici bir tonda yükseliyordu. İşte böylesi bir girdabın içerisinde sanki bir odaya kapatılmış olduğunu hisseden karalar bağlayanımız gerçeği temsil ettiğinden habersiz, omuzlarındaki misyondan bihaber sağında solunda gördüğü mutlu insanlara salça oluyor ve onlardan kendisini anlamasını bekliyordu. Haklı olduğu bir konu varsa o da kimsenin kimseyi dinlemeye tahammül etmemesinin toplumumuzdaki açtığı yaraydı. Öyle görüyorum ki bu âdemde, öyle pek meseleye toplumun sorunları üzerinden yaklaşacak göz de yoktu. Kendi zaviyesinden, net olalım tastamam bencilce o sahip olamadığı şeye sanki hiçbir zaman elde etmesi mümkün değilmiş gibi bakıyor ve ona sahip olanlara ise öfke duyuyordu. Önemsiz insanlar hikâyelerimize girdiği günden bugüne kadar ne tuhaf hayatlar okuduk. Bu da onlardan biri mi bilemem fakat bir iki saat evvel topuklayan hergele yanında iki zıpçıktıyla çıkagelmiş ve karalar bağlayanın sırtına bir çuval gibi devrilmişlerdi. Adamcağız neye uğradığını çözene kadar karnından ve bacaklarından ikişer kez bıçaklanmış ve acıyla yere serilmişti. Mutlu âdem ne yana kaçacağını şaşırmış ve çözümü denize atlamakta bulmuştu. Peşinden denize atlayan var mı yok mu diye suyun yüzünde korku nöbetine girmiş halde çevredekilerin “Halata tutun halata…” çağrılarını duymak şöyle dursun belki de o iyiden iyiye zavallı olduğunu düşünmeye başladığı karalar bağlamış adama olanların kendisine de olduğunu hissediyordu. Denizden çıkarttıklarında sayıklar halde “Kim bıçaklandı, ben mi o mu, kim öldü kim kaldı, ben mi o mu?” Ne olur yaşamak istiyorum dercesine tepesinde biriken kalabalığa yalvaran âdemin içi içine geçmişti. Ne olduysa kem gözden geldi başıma diye söylenmelerini sürdüren bu âdemin neden böyle söylendiğini kimse anlayamamıştı. “Ben dedi şu yerde bıçaklanmış yatan adam vardı ya. Onunla tartışıyordum.. hınk… Öğğğğğ…. Ufffff…. Birden bir çocuk vardı. Güldü sırıttı, üzerine doğru yürüdük, korksun kaçsın diye. Yok yaa öyle olmadı. Şey. Bu kederli arkadaş onu tehdit etti. O da çok korktu kaçtı. Bilmiyorum böyle mi oldu? Aaaaaaaaaahhhhh!”
– Birader kimse bıçaklanmadı.
– Kimden bahsediyorsun?
– Kendi kendine fısıltılarla konuşuyordun. Sonra bir anda bağırmaya başladın. Kendi kendine kavga etmeye başladın. Önce yere attın kendini, yuvarlandın sonra da denize atladın! Boğuluyordun ya. İntihar ediyorsun sandık.
– Kim ben mi?
– O benim mutluluğumu çekemeyen bir adam vardı burada. Onunla konuşuyordum. Onunla tartıştım bana laf attı. Nerede o?
– Şurda bir saattir kendi kendine konuşup tuhaf hareketler yapıp durdun ne adamı?
İçi içine sığmayan adam gitmiş onun içine düşünceli ve karalar bağlayan adam oturmuştu. Etrafındaki kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Bazıları “Yalnız bırakalım, yalnız..” diye fısıldaşıyordu. Adam zaten yalnızdı. Sizin varlığınızın bir anlamı yok onun için beyler bayanlar! Islak ıslak oturmaması gerektiğini, hasta olacağını düşünüp onu hastaneye götürmek isteyenler de çıkmadı değil. O kimseleri duymuyordu. Bir kenara çekilip kendisine ne olduğunu düşünmeliydi. Boş banklardan birine oturdu. O kadar içine çekilmişti ki ve o kadar karalar bağlamış görünüyordu ki içindeki kederi dışına taşıp duruyordu.
– Sende de ne keder varmış be hemşerim!
Biraz gülsün yüzün. Bak bana. Ne kadar da mutluyum. Aaaaa. Aramızda kalsın. Aslında mutlu değilim. Rol yapıyorum anlarsın yaaa. Mutsuz adama ekmek yok. Sen de biraz çabala. Öteden beri seni izliyorum. Çok üzüldüm. Ne yaşadın bilmiyorum ama. Bak bana. İçim içime sığmıyor değil mi? Haaaahhhh. Şöyle işte hep böyle bak. Gülümse. Dur bakıyım. Bi selfi çekilelim seninle gül bir daha. Hooopp çektim. İşte bu kadar. Olum hayat bu kadar lan işte. Çerçeveye sığdırabildiğin anlık hazlardan fazlası değil. At kafandakileri, at, at…
Vapur kalkıyor. Üzerlerinden bir şeyler düşmesin diye tuhaf hareketlerle vapura doğru koşturanları izliyor. Ne tuhaf şey. Sanki her biri ceplerinde asla kaybetmek istemedikleri küçük hazineler saklıyor gibi kıvrana kıvrana koşuyor bunu yaparken. Kimi sadece çantasıyla dans eder gibi koşuyor. Hep bir telaş hali. Ne kadar yorulduğunu bile unutacak denli bir baş dönmesi yaşadıktan sonra kalkıp ilerliyor. Üçüncü Ahmet Çeşmesi’nin yanından geçtikten hemen sonra sol yanında kalan markete girip su alıyor. Az ötesinde kaldırıma tezgâh açmış bir çiçekçi. Bir demet karanfil alıyor. Tam da mevsimi diyerek bir fırt çekiyor burnuna. “Oh bee içim ferahladı” keşke bir de beyaz zambak olaydı diyor. Hep bir fazlasını isteyerek yürüdüğü güzergâhta evini, sevdiğini hatırladıktan hemen sonra deliye dönmüş gibi boş bir bank bulmak için koşturuyor. İnsanlar onun tiyatrosunda birer yardımcı yahut seyirci. Boş bir bank buluyor. Karanfili uzatıp, yerine bir şey alıyormuş gibi yapıyor. Önünden geçip gidenler “deli bu be” diye itip kakıyor onu. Oysa o deli olmayı tercih ederdi. Ama ne yazık ki göründüğü gibi değil beyler, bayanlar! Karanfile dalıyor gözleri. İçi içine sığmıyor. Gözlerini karanfilden bir an olsun ayırsa ölecekmiş gibi hissettiği bir an bu. Kıskançlıklar, sataşmalar, laf atmalar pazarından payına düşeni aldıktan hemen sonra rotasına girip evin yolunu tutuyor. Hiç gitmek istemese de mecbur hissediyor. Bu gerçeği örtse, gizlese, üzerini yalanlarla sıvasa da değişmeyeceğini kabul etmeden yaşasa da tıpkı her birimiz gibi mecbur hissediyor. Tüm bunları yaparken de içi içine sığmıyor.
Mehmet Erikli
1 Yorum