Olmaması gereken yerde olan şeyler pis şeylerdir. Yemek, tabağımızda duruyorken temizdir, gömleğimize sıçramışsa pistir. Toprak, saksıdayken tertemizdir, halının üzerine dökülmüşse pistir. Saçlarımız temizdir, genelde yani düzenli yıkıyorsak, ama yemeğimizden saç çıkmışsa pistir. Pis şeyler mide bulandırır. Yüzümüzü buruştururuz onlara bakarken. Bakmak istemeyiz, bir süre maruz kalırız sadece. Kurtulmak isteriz pisliğin her türlüsünden, arınmak isteriz.
Böyle şeyler düşünüyordum yürürken. Olmaması gereken yerlerde olmak… Maruz kalınan şey, kurtulmak istenilen… Çok yakından tanıyordum bu hissi. Bu hissi çok yakından tanımak da arınmak istenilecek türdendi.
İnsanlar daha dökülmemişlerdi sokağa. Bugün erken çıkmıştım galiba. Bazen böyle olur, duramam evde, yürürüm. Yürümek bir şeylere benziyor. İyi geliyor. Sisli görüntüler dolandı gözlerime yürürken, ilkokuldaydım daha, çantamdan bile küçüktüm. En arka sıranın önündeki sırada duvar tarafında oturuyordum. Okulun ilk günüydü. Kız geç kalmıştı okula, Merve miydi adı, Ezgi miydi, Buse’dir belki. Sınıfa girmişti, sadece benim yanım boştu. Oturmamıştı. Durmuştu yazı tahtasının önünde. Herkese değmişti gözleri kızın, bana yaklaşınca kafasını çevirmişti, panoları incelemeye başlamıştı. Öğretmen gelmişti, “Sen neden bekliyorsun kızım, geçsene, bak Orhan’ın yanı boş” demişti. Kızın kafası omuzlarının arasında kaybolmuştu öğretmen böyle söyleyince, dudaklarını bükmüştü. Olmaz demekti bu. İlk o zaman hissetmiştim pis bir şeylere benzediğimi, yerin dibine girmiştim. Varmış yerin dibi, ilk o zaman görmüştüm. Kızı kırmak istememişti öğretmen, tamam demişti, sınıfa dönüp, hadi biriniz geçin o zaman Orhan’ın yanına, derse başlayacağız. Ders mühimdi. Buna rağmen kimse geçmemişti yanıma. Herkes yapışmıştı sanki yerine, kimse kalkmamıştı. Yine tamam demişti öğretmen, ben seçeyim o zaman. Birkaç kişiye geçmesini söylemişti hiçbiri kabul etmemişti. Zaten kız örnek teşkil ediyordu, o geçmediyse herkes geçmeyebilirdi. Günler sürdü sanmıştım ama yarım saat filan sürmüştü, sonunda öğretmen dayanamayıp kızmıştı bütün sınıfa. Rastgele birini oturtmuştu ve artık ortada bir sorun kalmadığını düşünerek söylenmişti kendi kendine ama öğrencilere hitaben, “anlamıyorum ki”, demişti “neden oturmuyorsunuz yanına pis bir çocuk da değil.” Pis olanlara böyle davranılıyordu demek ki. Eve gidince banyoya koşmuştum, saatlerce yıkanmıştım. Büyüdükçe anladım bu yıkanarak geçen bir şey değildi.
Ayağım kaldırımın eğri büğrü taşlarına takıldı, birkaç adım attım istemsiz ve tedirgin, ellerim kollarım önde, düştüm düşeceğim. Durabildiğimde önümdeki kocaman çukuru gördüm. Nefes nefese kalmıştım, etrafıma baktım. Kimseler yoktu, buna sevindim. Çukura dair bir uyarı levhası da yoktu, buna sevinmedim. Ya düşseydim. Levha olsaydı görür müydüm? Olsun. Ya başkaları düşseydi. Hemen ölür mü acaba düşen. Hemen ölmez muhakkak. Ölünür mü hemen. Öyle olsa herkes düşerdi bir çukura. Herkes düşüyor zaten bir çukura. Düşmesin canım herkes de, diyecek oldum, baksınlar önlerine.
“Ölen her zaman suçludur, ne yapabilir ki katil?”
Yürümeye devam ettim. Eğer yürüdüğüm yolları aşındıracak kadar yaşasaydım kaldırımların duvarlara en yakın kısımları aşınırdı. Kimse beni görmesin istiyordum. Kimse beni görmek istemiyor zannediyordum. Öyleydi de. İnsanlar bana bakarken dudakları bükülüyor, yüzleri buruşuyor, kafaları omuzlarının arasında kayboluyor. Az önce de benzer bir şey oldu karşımdan gelen adam tam benimle göz göze gelecekti ki ara sokağa saptı. Eğer yüzüme baksaydı yüzünü buruşturacaktı, dudağını bükecekti. Geçen gün çay bahçesine gittiğimde de olmuştu. Öylesine seçtiğim bir masaya tam oturacağım sırada karşımdaki masada oturan kadın kalkıvermişti birden, başka masaya geçmişti. Tamam masaya güneş de geliyordu ama güneş sebebiyle olsa önceden kalkardı, neden tam ben geldiğim anda kalksın. Bankamatiğin önünde sıra beklerken mesela, insanların benimle aralarına koydukları mesafe diğer insanlarla aralarına koydukları mesafeden çok. Sahilde bir bankta oturuyorum bazen, yanıma kimse oturmuyor, başkalarının yanına oturmayı tercih ediyorlar, tanımadıkları başka insanların. Kapıdan çıkan ya da giren bensem “kapıyı kapatır mısın” demiyorlar, kalkıp kendileri kapatıyorlar. Herkes problemli olamaz ya. Benim problemli olan. Evden hiç çıkmasam… Bunu sık sık düşünüyorum aslında ama bu yalnız yaşayan bir adam için fazla hayali. Gerçekler var çünkü, insan sandığı kadar özgür değil. Düşünmemeye karar verdim. Kafamı kaldırınca yarı eşyalı, önünde koliler olan dükkânı fark ettim, fotoğrafçıydı. Vitrin camında kocaman Photo Bulut yazıyordu. Vektör bulut görseli içine yerleştirilmiş vektör kamera… Özenilmemiş logoyu komik buldum. Ben vitrine aval aval bakarken bir çocuk çıktı dükkânın içinden, müşteri zannetti beni.
– Buyurun abi, hoş geldiniz.
Müşteri zannedilince, mahcup oldum. Logoyu komik bulduğum için de utandım. Kızarmış mıyımdır acaba? Bir yandan da çocuğun içten hallerine şaşırdım. Kimse gülmezdi bana, çocuk güldü, kimse görmezdi beni, çocuk gördü. Kimse neden orada durduğum hakkında düşünmezdi, çocuk düşündü. Keşke müşteri olsaydım.
– Aa yok müşteri değilim, siz hoş geldiniz, dedim. Yeni taşınıyorsunuz galiba. Ben her gün geçerim buradan.
Güzel toparladım. Bu insancıl tavırlar garip mi durdu bende, yakışmadı mı bana? Düşünmedim. Çocuk şaşırdı, gülümsedi.
– Yok abi dedi, yani evet taşınıyoruz ama buradan taşınıyoruz, yedi yıldır buradaydık.
Durdum, baktım çocuğa, şaka yapmıyordu. Her gün buradan geçiyorum, günde iki defa, hem de tam on iki yıldır. Nasıl görmemişim hiç. Dalgınım, çok bakmam etrafıma evet ama bu kadar mı bakmam.
– Özür dilerim, dedim, fark edememişim. Hayırlı olsun yeni yeriniz, dedim. Kafam bulandı.
– Teşekkür ederiz abi, oraya da bekleriz.
Çocuğun samimiyeti… Az önceki düşüncelerim… Utanıyordum ama garip bir sevinç debeleniyordu içimde.
– Geleceğim mutlaka, dedim.
Yeni adresi sormadım, unuttum belki. Yürüdüm.
Şadiye Sare Kaplan
1 Yorum