Ah Kılıcı – III

Her pazar günü olduğu gibi bu pazar da ikindi sonrasında kitapçıya uğradı. Ekipten birinin de gelmiş olma ümidi ile gözleri içeriyi taradı. Ama yine ilk kendisi adım atmıştı kitapçıya. Öncelikle yeni çıkan kitaplar rafının önünde durdu. Kitaplara bir sevgiliye bakar gibi baktı. Kimini kokladı, kiminin içeriğine baktı. Kimisine sadece dokundu. Dokunmak da konuşmak demekti. Yıllardır aradığı o kitabı bulamamanın şevkiyle rafların arkasındaki koltuklardan birine oturdu. Sürekli kitapçılara gelir ve o kitabı arardı. Ama her seferinde gözleri kendine içine döner ve bulamamanın verdiği ümitle bir dahaki sefere derdi. Çünkü nefes alıyor olmak ümit etmekti. Yenilmeler tecrübe ve düşmeler ise kalkmak için bir sebep… Bulamamak, bulmanın merdiveni…

Arkadaşlarını düşündü. Her biri yaşlandıkça ve çocuk sayısı arttıkça kendi dünyalarına gömülmüş ve de buluşmalara gelmez olmuşlardı. Sahi Davut’u en son ne zaman görmüştü? Mehmet kim bilir ne yapıyordu? İbrahim kendini unutturmuştu. Abdullah Karaca mı, o da kim! Celal Kuru’nun hâlâ canı sıkılıyor muydu? Bunları düşünürken raftaki bir şiir kitabı dikkatini çekti. Eline alıp açtığı sayfada şu dize ile göz göze geldi: “Çok ölü var / çok fazla / Sığamıyoruz. Sıkıştık.” Birden etrafındaki herkesin ölü olduğu bir dünyaya gözlerini açtı. Ne çok ölü var, dedi içinden. Ölüler de kendilerinin çok olduğunun farkında mı idi? Peki kendini neden ölmemiş de bu sahneye şahit olmuştu? Anlaşılmamanın ölümden beter olduğu aklına geldi. İnsanın anlaşılma hastalığı sonra… Evet dedi kendi kendine, aslında herkes için diğerleri ölü. İletişim diye bir şey yok! İnsanlar sadece birbirlerini anlamış numarası yapıyor. Bu numaranın acısını ise birbirlerine sarılarak atlatmaya çalışıyorlar. O an elindeki kitabı göğsüne bastırdı. İnsanlar ölü ama insanların yazdığı kitaplar capcanlı, diyesi geldi. Sonra bu düşüncenin doğruluğundan emin olamadı. Faniden baki, ölüden diri mi olurmuş canım, dedi. Canım kelimesi hoşuna gitmişti. Fakat çok ölü vardı. Dünya ölüler mezarlığından ibaretti. Herkes ölü olduğu için kimse de gömülememiş ve toprakla buluşamamıştı. Hep bir ayrılık, diye içinden geçirdi yine. Sürekli içinden bir şeyler geçiriyor ve içi gitgide süzgece dönüyordu. “Ne çok acı var!” dedi kendine acıyarak. İnsanın kendine acımasının nedense onaran bir tarafı olduğunu fark etti ve bu sebeple kendine daha çok acımaya karar verdi.

Yanından geçtiği ölülerin yüzüne baktığından hepsinde yarım kalmışlık ifadesi olduğunu gördü. Hiç kimse ölüme hazır değildi anlaşılan. Kendini düşündü ve o hiç kimse kümesinde yer aldığını fark etti. Kendisine ölümün ne zaman geleceğini bilmemenin acısı da diğer acıların üstüne eklendi. Kalp de kalpmiş ha, dedi. Şimdi ne yapması gerekiyordu? Her gün bir kişiyi toprakla buluşturabilirim, dedi ama bunun sonu olmadığını görünce vazgeçti. O an aklına kendi mezarını kazma ve hayatını o mezarda geçirme fikri geldi. Evet, evet, kalan ömrünü mezarda geçirmeliydi. Hemen yerde duran ah kılıcını aldı ve deniz manzaralı bir tepe bulup kazmaya başladı. Kılıcı toprağa sapladıkça rahatlıyor ve bu sebeple daha hızlı hareket ediyordu. Gün, kendini geceye bıraktığında mezarı hazırdı. Şimdi sadece içine girip ölümü beklemek kalmıştı. Arkadaşlarının hiçbirinin bundan haberi yoktu.

Sulhi Ceylan
 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Hâle Şevik , 23/05/2022

    O kitabı nerde arayacağımızı da bilsek keşke, gerçi o zaman bulmuş sayılırız ama…

    Kılıçla mezar kazılan güzel bir hikâye

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir