/Gülüyordun. Oysa…/
Israrla şehrin ara sokaklarını seçtin. Hayatın dar aralıklarını. Kendini bir nefeslik zaman dilimlerine sığdırdın. Ne kadar da derin nefeslerdi onlar. Adımlarınla sokaklara kimsenin okumadığı mektuplar bıraktın. Kendini kimsenin dönüp de bakmadığı satırlara döktün. Hatırlanmayacağını iddia ederken tamamen haklıydın. Bunu sen istedin. Kalmak, kalcı olmak, eser bırakmak gibi bir derdin yoktu. Bir gün bunu sana söylediğimde “atom bombası da yıllardır silinmeyen izler bıraktı” dedin.
Hayatı tek cümle gibi gördün, devrik bir cümle gibi okudun. Kesik kesik yazdın. Paragraf paragraf. Yazdıklarını en fazla üstünkörü bir teğelle birleştirebildin. Zayıf bir teğelle.
Tek kelimeye sığdırdın dualarını, korkularını, umutlarını, aşkını. Her ne biliyorsan tek kelimenin ışığında gördün. Ve o sana yetti.
Çıkmaz sokaklar seni hep cezbetti. O kadar ki çıkmaz sokaklar da seni yadırgamaz olmuşlardı. Çıkmaz sokakların sakiniydin sen. Onlardan biri. Arada sırada muhakkak görmelisin diye beni çekiştire çekiştire oraya götürürdün.
Denize inen yokuşlara ise “işte bunlar benim hikâyelerim” derdin.
Apartmanlarınsa hiçbirini sevmedin. Apartmanla ilgili her konuşmamızda sözü dönüp dolaşıp ehramlara getirdin.
Biliyorsun elifi de merteği de senden öğrendim.
/gidiyordun. Bir elinde bavul…/
Ne şiirler vardı sende. “Ölümün cesur körfezi”nin korkuluklarına yaslanırken “hızla akan mızrak”ı okudun.
Bir edaydın. Bir bakış.
Bazen de O’nu söyleyen şarkı.
Haliç’e inen yokuşlardan birinde bana Üsküdar’da doğduğun evini anlatmıştın. Aileni. Sonra bir noktaya gelince mevzuu aniden kapatmış, ısrarla susmuştun. Söz annene yaklaşmış ancak asla ulaşamamıştı.
Bazı sorularımı boş ver diye geçiştirirdin. Meğer acıların da aynı boşluklarda filizleniyormuş. Nerden bilebilirdim ki?
/diğer elinde eski şemsiyen. Gözlerini saklıyordun/
Bir müddet tarihten bahsettin. Said Halim Paşa’dan. Buhranlardan. Buhranlarımızdan.
Sahi Paşa niye Fransızca yazardı?
Genellikle susardın. Geveze insanlardan ustalıkla kaçardın. Çok konuşmaya “ruhun afeti” derdin.
Her mahallede ayrı bir isimle tanınıyormuşsun. Seni “Necati” olarak tanıyan biriyle konuştum. Bana “o derin bir adam değil mi?” sorusunu sapladı.
/daha soramadan burada kalamam, dedin/
Sık sık çevirmek istediğin filmden bahsederdin.
Bir çocuğun mahallesinden uzaklaşıp kayboluşuyla başlıyordu. Meğer kendi çocukluğunu bir gurbet türküsüne dönüştürmüşsün.
Yazmaya ara verdin ve ikram ettiğin çayın eşliğinde bana “Hayy bin Yakzan”ı anlattın.
Sabaha konuştuk.
/Helallaştık/
Şiirlerimi okuduğun gün alnın kırıştı.
Bana bazı mısraların güzel dedin. “Şiirin için mücadele etmelisin” diyen şairi anlattın. Bir “Erbain” hediye ettin. Bir de “Şehirleri Süsleyen Yolcu”.
O güne dek hiç kuşburnu çayı içmemiştim.
Sonra askerliğini Sarıkamış’ta yapan şairi anlattın. Bir de pijamasıyla kendini asmaya teşebbüs ederken pijamasının yıpranmışlığı yüzünden kurtulan şairi.
/Ardına bakmadan gittin/
Odamın duvarında Mostar Köprüsü’nün büyük boy bir fotoğrafı vardı. Bir de Derviş ve Ölüm’ün hem başında hem de sonunda Kur’an-ı Kerim’den yapılan alıntının sülüs bir hatla yazılmış levhası.
Niçin evlenmediğini ne zaman sorsam, hep gülümsedin.
Evine televizyon almamış olman da ayrı bir mevzuydu. Yine de haberlerden bizden daha haberdardın.
Gideceğim buralardan sözüne hiç inanmadım.
Babanın ölümünü anlattığın gün bile.
/Oysa ardından uzun uzun baktım/
Suavi Kemal Yazgıç
Kaynak: Yedi İklim Dergisi, Nisan 1998, 97. Sayı