Çayın buharı, pencerenin camına değdiği anda silinip gidiyordu, tıpkı yaşanan anların da hafıza da kalmayıp silinmesi gibi. Ama içimdeki buğu öyle kolay dağılmıyor. Bazen hatırlamak, gitmek kadar yorucu… Elimdeki fincandan yükselen çay buharı, yüzüme vurdukça bir an için kendimi başka bir yerde sandım. Birkaç gün önce Ege’nin kıyısındaydım. Güneşin altında, içime sığmayan bir yalnızlıkla…
Otobüs yolculuklarını hep sevdim. Çocukluğumdan beri bana ait bir sığınaktır cam kenarı. Kimseye yetişme telaşı olmadan, her zaman kendi ritmimde, sessizce inerim otobüsten. O gün de öyle yaptım. Bir valiz vardı elimde, bir de omuzlarımı çökerten içimdeki ağırlık… Dışarısı zamana boyun eğmiş, saniyeler birbirinin peşine düşmüş, yerküre usulca kendi rotasında dönüyordu. Ben o döngünün dışında bir yerdeydim. Kendi içimde sessiz, görünmez ama devinimsiz olmayan bir sarsıntıydım.
Zaman ilerliyor. Ama bazı anlar var ki, insanı olduğu yere mıhlıyor. Takvim yaprakları kopuyor belki ama ben hâlâ o terastayım, annemin elindeki iğne oyasında. Memleketteyiz… Tüm aile, terasta bir arada. Babamın neşesi yerinde, evlatlar, torunlar gelmiş. Mangal keyfi, semaverde demlenen çay… Annem sanki kızının yarın düğünü varmış gibi sabırla iğne oyasını işliyor. İğne oyası geriliyor, annemin hastalığı ilerliyor. İğne oyası bitti ama annem gitti. Şimdi o iğne oyalı fuları nasıl takarım? Takvimler 9 Temmuz’u gösteriyor hâlâ. Bense o günün gölgesinde kalmışım. Öylece oturuyorum, geçip gidemiyorum. 10 Temmuz’a adım atmak, sanki onu ikinci kez bırakmak gibi… Olmuyor.
Düğün gününde sarılması gereken iğne oyalı fular şimdi boş, annemin yokluğunun konuşamayan tanığı. Bir iğne oyası insana ne ifade eder? İncecik bir ipliğin sabırla, sevgiyle işlenmiş hali mi? Yoksa bir annenin içinden taşıp dile getiremedikleri mi?
Otele varıyorum, sessiz bir sabah karşılıyor beni. Dünya yasımı paylaşır gibi sakin. Denize mi gitsem yoksa… Kararsızlığım yıllardır taşıdığım bir alışkanlık olmuştu. Karar vermek zordu benim için. Çünkü her yaptığım seçimde biraz daha eksildim. Kuma bastığımda, sıcaklık tenimi geçip yıllar önce içime gömülmüş bir acıya dokundu. O an bedenim, unutulmuş bir yasın sıcaklığıyla yeniden örtüldü. Bastırdığım, sakladığım o derin acı sanki kıyıya vurdu. Gözlerimden yavaşça yaşlar süzüldü. Denize doğru koştum, belki su beni değil de, içimde boğulmayan tek anımı kucaklar diye.
Suya ilk adımı attığımda içimde biriken derin duygunun yankısıydı beni titreten. Karşı kıyıda küçük bir ada belirdi. “Tavşan Adası” dediler. Masalsı görünümü sanki içimde yaşadığım bu karmaşık duygulara bir sığınak gibiydi. Gözlerim adayı tararken kalbim oraya doğru yüzüyordu. Annemin anılarının ve özlemlerimin buluştuğu bir liman gibiydi.
Annemin gidişiyle beraber hayatımda kaybolan parçalar gibi, o ada da yalnız ve sessizdi. Her dalga onun dokunuşuymuş gibi kıyıya vuruyor, beni sarıp sarmalıyordu. Suya dalarken derinlerde onun varlığını hissettim. Sen gittikten sadece bir gün sonra büyüdüm. Çok erken, çok hızlı. Ama ne aklım ne kalbim ne de ruhum ayak uydurabildi bu büyümeye.
Yas, geçer mi? Sanmam. Sadece şekil değiştirir. Acısı hafifler ama tamamen yok olmaz. Tıpkı 9 Temmuz’ da kalışım, 10 Temmuz’ a geçemeyişim gibi.
Gökyüzü ne kadar açıksa içim o kadar karışıktı. O an içimde susturduğum ne varsa yüzeye çıkmaya başladı. Ruhumda sessizce devrilen bir şeyler vardı. Derin bir özlem. Belki çocukluğumun kayıp sıcaklığı, belki annemin aramızdaki suskunluğunun ağırlığı.
Söylenmemiş cümleleri bir yere yerleştirme ihtiyacından yazmaya başladım. Mutfakta fokurdayan reçelin yanında öğrendim, kelimelerin ne denli hayati olduğunu. Yıllar sonra fark ettim ki annem dünyayı kalbinde taşıyordu ama içini kimse görmüyordu. Onun kuramadığı cümleleri yazıya dökmek için vardım belki de.
Odaya çekildiğimde yıllardır taşımaya çalıştığım sessiz yükü bir kenara bırakıp, içimde sakladığım parçaları toplayarak, eksiklerimi doldurarak yazmaya çalışıyordum. Artık gitme vakti gelmişti. Fakat bedenim ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, annemin yası hep aynı yerdeydi. Gidiyorum ama o da benimle geliyor. Bir gölge gibi. Adım attığım her yerde sessizce peşimden yürüyor.
Otobüs terminalinde valizimi sımsıkı kavrarken, birkaç günlüğüne uğradığım şehir artık çok uzaklarda değil, içimde bir yerlerde yaşıyordu. Otobüsün camına başımı yasladım, dışarıya baktım. Gökyüzü bazen karanlık, bazen ışıklıydı, ama her halükârda uzaktı.
Zaman geçiyor diyorlar. Belki de haklılar. Ama bazı insanlar bir takvim yaprağında kalır, bazı duygular da bir annenin sessizce işlediği iğne oyasında…
Aynur Macit
4 Yorum