Şu sitede evli yazarların çektiğini, Yeşilçam emektarları sitesinde Güllüşah çekmedi. Uzun zamandan beri evli yazarlara karşı bir tavır, bir dışlama çabaları hissediyorum. Fakat her seferinde şu benim zalim nefsimin su-i zannına yol vermeyeyim, hem serden hem yardan olmayayım diye istiğfarla kalbimi düzeltiyordum. Ancak gel gör ki; bu işin ne gizlisi kaldı ne saklısı. Bekâr yazarlar evli yazarlardan gizli Kadıköy’de buluşuyor sonra da marifetmiş gibi buluşma yazısı yazıp yayınlıyorlar. Gördüğüm kadarıyla Davut Bayraklı’dan korkuyorlar ve mecburen evli yazarlar arasında sadece ona haber veriyorlar. Bu şekilde Mehmed Erikli’nin de haberi oluyor. Ya diğerleri? Diğerleri gelmesin, onlar öcü…
Söyleşilerde falan bir araya gelince de “Ya izin falan alamazsın diye şeyapmıyoruz” diyerek güya laf çakıyorlar. Kaç kere dedim; “Bizde izin olmaz, temizliğimizi yapar, bulaşığımızı yıkar çıkarız. Bu kadar da delikanlıyız!” Niyeyse cümlenin yanlış kısmını ciddiye almışlar. Efendim, işin özü şudur ki; bizde izin olmaz; çıkıyorum der çıkarız. Bu konuda üstadımız Davut Bayraklı’dır. Buradan gafil bekâr yazarlara duyurmuş olalım, Oflularla şaka olmaz.
Bekâr arkadaşların, tez zamanda bu gariplikten kurtulmaları ve huzurlu bir yuva kurmaları niyazıyla asıl mevzuya geçeyim. Malumunuz, sitede iki hafta üst üste Kadıköy yazısı gördük. İkisinde de bir iki istisna hariç bekâr arkadaşlar sessizce toplanmış, Kadıköy sokaklarını şiirlerle inletmişler. Siz misiniz bizi dışlayan diyerek telefonu elime alıp yola çıktım. Evin önündeki yokuşu ağır ağır inerken sırayla evli yazarlarımızı aradım. Bir evli yazarlar zirvesi düzenleyelim de görsünler bakalım buluşma nasıl olurmuş diyordum. Buradan ifşa etmemek için isim vermeyeceğim fakat karşılaştığım manzara beni bir hayli müteessir etti. Yazarlarımızdan birisi kayınpederine gitmek için söz vermişti. Bir diğeri perdeleri yıkamış asıyor, ötekisi haftalık ütüsünü yapıyordu. Bir başıma kalakaldım fakat bu yoldan dönülmezdi artık. Yokuşta çayımı tek başıma içer, şiirlerimi kendim okur, Kadıköy’ün günah dolu sokaklarında özümü arardım.
Marmaray’dan çıkıp Kadıköy’e doğru yavaştan yürümeye başladım. Muvakkıthane caddesine geldiğimde Kadıköy buluşmalarının olmazsa olmazı Mephisto’ya girdim. Kitapçıların garip bir havası olduğu malum, sadece kitaplara bakarken bile vakit su gibi akıp geçiyor. Dalıp gitmiştim. Bir kitap çok ilgimi çekince, önceleri yaptığımız gibi beğendiğimiz kitapları birbirimize göstermek için arkamı döndüm. Fakat ne Sulhi Ceylan vardı, ne Abdullah Karaca… Zihnimde acıklı bir fon müziği çalmaya başladı. Birbirine kitap gösteren arkadaşlar vardı kitapçıda. “Lokumlar çok mu tatlı?” diyen Sezercik büyüdü gözlerimde. Yokluk Mephisto’nun rafları arasında genleşmeye başladı. Muhtemelen geçtiğimiz günlerde tam da bu rafın önünde Abdullah bir kitabı eline alıp kâğıdını okşamış, kelebeksi bir dokunuştan sonra Sulhi abiye uzatmış ve kürdilihicazkâr bir zarafet cümlesi kurmuştu. Sulhi abi bir o rafa bir bu rafa doğru hızlıca gidip gelmiş, her beğendiği kitabı almak üzereyken çantasında duran on iki adet kitaba gözü kaymış ve almamak için kendini zor ikna etmişti. Muhtemelen… Yok, daha fazlasını kaldıramayacağım…
Mephisto’dan kendimi dışarı atıp adını bilmediğim Kadıköy sokaklarında dolaşmaya başladım. Sağanak yağmur yağıyordu. Vay arkadaş dedim, onlar gelse romantik bir yağmur yağardı inceden. Dizlerime kadar ıslanmıştım. Yokuş’a gidip çay içmekti en iyisi. İyi de Yokuş neredeydi? Şimdi de kayboldum iyi mi! En azından Çaykolik’i bulsaydım. O da yok. Sulhi Ceylan nereden buluyordu bu garip mekânları? Bir yandan soğuk rüzgâr, bir yandan yağmur iyice perişan olmuştum.
Buraya kadar gelmişken eylem yapmadan dönmek olmaz diye telefonu çıkarıp şiir okumaya niyetlendim. En sevdiğim şiir hangisi diye düşünürken “Köylüleri niçin öldürmeliyiz?” şiiri geldi aklıma. Hâlbuki en sevdiğim şiir de değildi. Olsundu, açtım. Var gücümle bağırmaya başladım. İnsanlar etrafımda toplanmaya başlamıştı. Üç dakikayı bitirmeden polis geldi. Psikiyatri servisine gitmekten zor kurtuldum. Bu arada polisler Edebifikir okuruymuş. Bahadır Dadak’ı çok seviyorlarmış. Onu hepimiz seviyoruz, ben Bahadır’ın yakın arkadaşıyım dedim. Evet, bununla övündüm. Hatta Bahadır’ı arayıp polislere hava atacaktım fakat yağmurdan sırılsıklam olan telefon da bozulmuştu. Günü neresinden tutsam elimde kalıyordu. Polisler moda girince Yokuş’u bilip bilmediklerini sordum. Sağ olsunlar yolu tarif ettiler.
Yokuş’a varınca bir tost, bir bardakta çay söyledim. Gözümün önünden kabadayı filmleri geçiyordu. Her zamanki gibi ekipten birisi arkadaşları tarafından yalnız bırakılmıştı ve filmin sonu yaklaşmaktaydı. İçime koca bir hüzün çöktü. Aydoğan K, Fedai Başkan ve soğuk Rusya günleri geçti gözümün önünden. Bir ses duydum “Abi tostun…” Tam tost dedikten sonra “Hayırdır abi, bir sıkıntı mı var? Ağlamış gibisin de…” demez mi… “Yok” dedim, “Ağlamadım, gözüme tost kaçtı.” Artık düzeltme ihtiyacı da duymadım.
Metroya bindiğimde saçlarımdan sular akıyordu ve bunun hiçbir edebi havası yoktu. Hızlıca perona doğru inerken fikir denizlerinde kayboluyordum. Evet, yenilmişiz de haberimiz yokmuş. Evlilik bohem kaldırmaz demişti bir dostum. Bu işler bizden geçmiş, iyisi mi biz ailecek akşam oturmasına gidelim…
İbrahim Halil Aslan
5 Yorum