Ruh ve Beden Sorunu Olarak Zihin

Mehmet Erikli,  zihin kavramını “ruh beden” sorunu üzerinden irdeliyor.

***

Zihin, uzlaşmayı saylayan bir yapı olmaktan çok kavgayı yerleşik kılan bir zincirdir dersek yanlış bir laf söylemiş olmayız. “Zihin” kavramı felsefeye modern çağla birlikte girdi. İlk ve Ortaçağlarda bu kavramın yerine “ruh” kavramını kullanırlardı. Bugün zihin sorunundan bahsederken klasik felsefe literatüründe ele alındığı gibi çözüm getirmeye kalkışmıyoruz. Bizim halen üzerine çok fazla “bakış” üretemediğimiz zihin kavramı klasik literatürde “ruh beden” sorunu olarak görülüyordu. Bu da beraberinde “çatışmayı” doğuruyordu. Bu çatışmayı birkaç metin üzerinden okuyabileceğimizi düşünüyorum. Aşağıda sıralayacağım diyalog metin ruh beden sorununu göstermesi bakımından örnektir.

Sokrates: Söyle bakalım şimdi, bizde gerçekten biri ruh, öteki ten olmak üzere iki şey yok mu?

Kebes: Elbette var, dedi.

Sokrates: O halde, ten bunlardan hangisine daha uygun, daha yakın?

Kebes: Herkes iyi bilir ki hiç değilse görülebilene.

Sokrates: Öyleyse, dedi ruh görülmeyene tenden daha çok benzer; ten de görülebilene, ne dersin?*

Bu diyalogda açıktan bir çatışma göremeyiz. Fakat ruhun tenle savaşını hep aklımızın bir köşesinde tutarız. Çünkü bu fikir mütalaası ruhun mu daha geçerli yoksa bedenin mi sorusunu sormasıyla bir anlam kazanmaz. Ne yapar peki? Ruh istilası, ten arzusunu yakıcı derecede etkisi altına alır ve gerçek “çatışma” bu andan itibaren başlar. Bu bir ikilem değildir. Karıştırılmasın. Bu diyalogda geçen “görülebilen”  “görünemeyen” ayrımı ruhun ve bedenin bilinmesindeki zorluk da değildir. Biz ikisini de biliriz. “Ruhu” göremesek de biliriz. “Ten” ise hep aşikârdır. Gördüğümüz ve sürekli eylediğimiz, şeklini bozmaya gayret ettiğimiz ve bir biçimde dönüştürdüğümüz şey “beden” ve onun “bilgisi” olarak karşımızda dururken, “Ruh” şekil, düzeltme ve eyleme bakımından edilgen değildir. Biz çoğu defa bedenimizin dönüşümünü ruhun dönüşümü zannedip onu bu biçimiyle terkip ediyoruz. Bu hatalıdır. Ruhun değişimini sağlayamayacak kadar kısa bir ömre sahip insan bu “başkalaşıma” en fazla eğretilemeyle yaklaşır ve onu bu araç üzerinden bilme yolunu seçer.

***

Sokratik düşünürlerin ve bilhassa Platon’un zihin kavramının yerini tespit ederken “ruh beden” sorunu üzerinden meseleyi derinleştirmek bir yanda dursun, Yeniçağ diye adlandırılan dönem içinde ve özellikle Descartes ve Spinoza gibi filozofların uğraştıkları “zihin” kavramı ve bu kavramla birlikte temelleri Antikçağda atılmış “Zihin felsefesi” yöntem ve yaklaşım bakımından bir takım değişikliklere uğramıştır. Gene bir metin üzerinden anlamaya çalışacağımız “ruh ve beden” çatışması sorununa karşı getirilen görüşlere ekleyebileceğimiz türden bir yanıtın ipuçlarını Descartes üzerinden okumaya çalışalım.

Descartes,  “İlk Felsefe Hakkında Meditasyonlar” adlı kitapta, insan ruhunun doğası ve onu tanımanın bedeni tanımaktan daha kolay olduğu hakkında bazı tespitlerde bulunur. “Evet, ben sahici ve sahiden var olan bir şeyim, tamam, ama nasıl bir şey? Söylediğim gibi: Düşünen bir şey. Peki başka? İmgelemimi zorlayıp daha başka türlü bir şey de olup olmadığımı anlamaya çalışacağım. İnsan vücudu adı verilen şu organlar toplamı değilim; bütün o organlara sızıp yayılan, incelmiş, seyrelmiş hava da değilim; bir rüzgâr, bir soluk, bir buhar olmadığım gibi, hayal edebileceğim veya tasarlayabileceğim şeylerden hiçbiri de değilim. Çünkü en başta bütün bunların mevcut şeyler olmadığını varsaymıştım.” Descartes bu paragrafta sayılabilen, görülebilen ve en önemlisi de ampirik (deneye dayalı) çıkarımlarla kesin hükümlere varılan insan bedenine atıf yaparak bunlardan hiç biriyim diyor. Bunlardan hiç biri olmak “Ruhun” kapsayıcı olan ve sathi olmayıp betimlenemeyen gerçekliğini işaret ediyor olabilir mi? Bedeni oluşturan gerçekleri reddediş sayamayacağımız bu görüş beraberinde bitimsiz bir çatışmayı başlatacaktır. Kimin zihninde? Buradan çıkartacağımız kadarıyla Descartes’in. Peki Descartes rahatlıkla sıralayabildiği ve bilgisine ulaştığı bedeni, göremediği ruhtan daha iyi nasıl tanıdı? Cevabı oldukça bulanık… Cevap: Düşünerek. Peki düşünmek ne demek? Daha doğrusu “Düşünme” kavramı hangi eylemin sonucudur? Cevap: Zihnî eylemin.  Zihnin eylemlerini kısaca sıralarsak: umma, karar verme, imgeleme, hatırlama, merak etme, ölçüp biçme, niyetlenme, inanma, anlama, çıkarım yapma, öngörme ve iç gözlem yapma. Bunlar hep düşünme kavramı altında yer alan olgulardır. Yani zihnin eylemleridir. Konuyu dağıtmadan Descartes’ın, bilmek istediği “ruh” ya da bildiği “ruh”, bedeni tasvir ederken sayıp dökülen olgulara karşılık getirmeye çalıştığı zihnin eylemi içindeki olgularla daha açık seçik hâle geliyor. Bu da onu “insan ruhunun doğasını tanımak onun bedenini kavramaktan ve bilmekten daha kolay olduğu” sonucuna ulaştırıyor. Sizce çatışmanın her zeminde mümkün kılındığı bir zihin dünyası (bütün düşünce olgularını düşündüğünüzde) çıkarsızlığa dayanak oluşturmuyor mu? Benim cevabım zihin önce kendiyle sonra da her şeyle savaşır. Fakat bu zihnin intiharı da olabilir şeklinde olacaktır. Sizce Sokratik düşünürlerin de algıladıkları biçimiyle zihin “ruh beden” sorunu mudur? Bu soruya verilen cevaplar neticesinde “felsefe yapmış” olacağız.

*Phaidon, Platon, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1997, sf: 50 – 53

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir