9 Şubat Cumartesi günü Edebifikir Yokuş söyleşileri günüydü.
***
Üstad Muharrem Cezbe, Mükerrem Mete, Onur Peyk ve Sulhi Ceylan saat 14 civarlarında Beyazıt’ta buluşup soluğu Üsküdar’da ki Kuşkonmaz camiinde aldılar. Caminin avlusunda bir gencin kendini aradığını fark eden Sulhi Ceylan, hemen yanına yaklaşıp konuşmaya başladı. Derken kendimizi sahil kenarında bir kafede bulduk. Yeni arkadaşımız Gürkan, hukuk öğrencisiymiş. Okuyan ve düşünen bir arkadaşımız… Durup dururken dünyayı kimlerin yönettiğini sorunca Sulhi Ceylan: “Dünyayı ulu meclis yönetir. Bu meclis her hicri ayın on beşinde Hira Mağarası’nda toplanır ve dünyayla ilgili çeşitli kararlar alırlar. Ve bu kararlar, kahredici bir üstünlükle yukardan aşağı iner. “İnsanlar da ben şöyle şöyle yaptım ve şunlar oldu” derler deyince Gürkan “Sen bize alegori mi yapıyorsun?” deyiverdi. Sulhi Ceylan’ın kendinden emin bir şekilde “Bilakis sana sadece gerçekleri anlatıyorum.” dediğinde Gürkan bir sarsıldı. Sonra sohbet koyulaştı…
***
Mükerrem Mete, derin dünya yapılanması hakkında ilginç anekdotlar anlatmaktan kendini alamadı. Herkesle iyi anlaşan, Martin Heidegger’in felsefesinden parçalar aktaran, devamlı olarak Amerikan politikaları hakkında analizler yapan Mükerrem Mete’nin Henry Kissenger ile bir bağlantısı olduğu düşüncesi bütün herkesin zihninde uyandı. Sürekli tarikat kurmaktan bahsetmesinden ötürü, Türkiye’de önümüzdeki yıllarda yeni bir irtica provokasyonunda kendisinin maşa olarak kullanılacağı şüphesi akla geldi.
***
Üstad Muharrem Cezbe, alelade sandığımız aktüel hadiselerin de aslında, bizim çok ötelerde sandığımız metafizik dünya ile iç içe olduğunu gayet veciz bir surette izah etti. Ayrıca konuşmalarıyla Sulhi Ceylan’ı destekledi: “Sulhi Bey, evladım, söylediklerinde gayet haklıdır. Zaten tarih dediğimiz de siyaset dediğimiz de muhayyel kabuller üzerinden zihnimizde vardırlar. Rüya âleminin bir hakikat olduğunu ve bu dünya gibi bir gerçekliği olduğunu kabul edersek ancak o zaman bu hakikat bize kendine açar.”
***
En son genç arkadaşımız Gürkan’a yeni ayraçlarımızdan hediye edip yavaş yavaş Kadıköy yolunu tuttuk. Biz Kadıköy’e doğru yola çıkarken Gürkan’ın gayet iştiyaklı bir surette Üstad Muharrem Cezbe’ye Marksizm hakkında bir diskur geçmeye çabaladığı görülüyordu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisi olan Gürkan’ın yakında sıkı bir Edebifikir müdavimi ve mensubu olacağına inanıyoruz.
***
Her zamanki buluşma yerimiz olan İskele Cami önünden Emre Baştuğ’u da alıp Yokuş’a doğru tırmanmaya başladık. Emre yakınlarda Irak’tan dönmüştü. Heybesinde Irak hikâyeleri vardı. Üstad Muharrem Cezbe’ye Bosna ile ilgili bir projeden bahsediyordu; Allah bu çocuğun iştiyakını ve iradesini ve kuvvetini artırsın!
***
Yokuş’ta bizi Abdussamed Geçer ile Mustafa Çolak bekliyordu. Usulca oturup çaylarımızı söyledik. Davut Bayraklı’yı andık, eksikliğini hissettik. Emre, Bosna’ya 21 Şubat’ta gidecekmiş. Rıza Can Ermiş’in hastalığı olduğunu öğrendik, Allah şifalar versin. Avrupa yakasından kalkıp gelen mütebessim çehresiyle meclisimize dâhil olan Ahmet Aslan’ı göremedik. Abdullah Karaca’yı ise kâğıt mendil satan bir çocuk yolundan alıkoymuş. Abdullah Karaca’ya İstanbul küçük, Yokuş Çayevi büyük geliyor. Mustafa Cemaleddin ise bütün gafletiyle telefonumuzu açtı ve “Hanımla beraberim” dedi. Bunun üzerine Sulhi Ceylan, ateş tutmuş gibi telefonu bıraktı. Soframızdaki yiyecek eksikliği elbette bize Fedai Başkanın eksikliğini hissettirdi.
***
Sulhi Ceylan söyleşiye başladı. Beyazid-i Bistami Hazretlerinin “Aramakla bulunmaz ama bulanlar hep arayanlardır.” sözünün görünüşte zıtlık barındırdığını ama cümlenin içine girince hiç de göründüğü gibi olmadığını anlattı. Bilakis bize şah damarımızdan yakın olan Allah’ın arandığı an bulunduğunu, zira hiçbir perdenin Allah’a perde olamayacağını, asıl perdenin algımızda olduğunu söyleyen Sulhi Ceylan, aramakla bulmak eş zamanlıdır deyiverdi. Allah’ı aramaya niyet eden kişi, niyeti ettiği an, kendinden kendine daha yakın olan Allah’ı bulmuş olur. Bundan sonraki tüm çabası ise marifet kazanmaktır. Yani bulduğunu tanımak için gayret göstermektir.
***
Sohbet bu minvalde giderken sağ tarafımızda tek başına oturan birini gördük ve hemen sohbetimize katılmasını rica ettik. Arkadaşımız Koton’da çalışıyormuş. İsmi Hakan’mış. Harbi çocuk çıktı. Açık sözlü, delikanlı bir tavrı vardı.
***
Yokuş çayevi el değiştirdiği için eski sakinliği yoktu. Tiyatrocu arkadaşlar devralmışlar ve çayevine yeni bir konsept getireceklermiş. Bakalım neler olacak? Şimdiden tiyatrocular gelip gitmeye başlamış, tahmin ediyoruz tiyatrocuların oturup kalktığı bir mekâna dönüşecek burası. Tabiî, Edebifikir mensuplarının Yokuş Çayevi’ni ihmal etmeyip burasını bir Edebifikir üssüne çevirmesi durumunda işler değişecektir diye ümit ediyoruz.
***
Derken Mustafa Yıldız yokuş çayevinin kapısından giriverdi. Kendisinin yeni evli olduğunu hatırlatmak isteriz. Mutluydu yani… Her ne kadar sahaflardan gidip aldığı Cogito’lar entelektüel bir hava uyandırsa da kılıbıklığın bünyesinde daha ağır bastığını ifade edelim.
***
Mustafa Çolak gelirken evden kurabiye getirmiş. Sanki siz de evlenin ve eşiniz size de kurabiye yapsın der gibi sinsi sinsi gülüyordu. Ahh Mustafa… Umarız Abdussamed, Mustafa Çolak’ın hâlinden etkilenmez.
***
Abdussamed Geçer, varlık konusunda derin okumalar yapmak üzere kaynak toplamaya başlamış. Kendisinden, varolma sancımızı azaltacak yazılarını bekliyoruz.
***
Yokuş sohbetleri her zamanki gibi Kadıköy sokaklarına ne zaman hâkim olacağız sorusuyla bitti. Umut varsa hayat vardır.
1 Yorum