Ayrılacağını Bile Bile Kavuşmak İsteyenler

Zamansız ve mekânsız bir hüzündü yaşadığımız. Her şey gelip geçse de bir sızı kalıyordu. Birbirine bağlanamayan cümlelerimiz vardı mesela. İptilalarımız… Acıya dünden razı hallerimiz ve de… Bir yandan dünyaya yüz çevirmiştik, bir yandan dünya paçalarımızdan tutmuş bizi bırakmak istemiyordu. Hayat bir ikilemdi daha çok. Daha çok bir seçim. Sürekli bir seçimde nefes almaktı insan olmak. Ki insan yenile yenile kendini tanıyordu.

8 Mart Çarşamba günü Kadıköy’ün rutubetli ve bir o kadar cezbeli sokaklarından Çaykolik’e doğru akarken, hayat yanımızda değil kalbimizde atıyordu. İlkin Feyyaz Kandemir, İbrahim Aksu ve Sulhi Ceylan Çaykolik’e giriş yaptılar. Peşlerinden hemen Muhammed Furkan Kâhya da gelmişti. Ve sırayla kendiyle derdi olan, dünyanın altına el bombası koymak isteyen Edebifikir okurları bir bir masada yerlerini almaya başladı. Her gelen masanın üzerine fünyesi çekilmiş bir el bombası bırakıp sessizce taburesine oturuyordu. Tüm bakışlar masa üzerinde toplanmış ve acaba bu el bombaları ne zaman patlayacak diye heyecan ve korkuyla beklemeye başlamıştı.

Derken İbrahim Aksu ilk bombayı patlattı ve soruyu masanın üzerine bıraktı: “Hiç ahlaki bir ikilem içerisinde kaldınız mı?” Önce bir sessizlik sardı etrafı sonra hukuk öğrencileri nedense dertli dertli birbirlerine bakmaya başladılar. Sanki biz hukukçuyuz, yarın avukat olacağız ve inanmadığımız bir dava bize geldiğinde ne yapacağız dercesine bakışıyorlardı. Tamam dünya hayatı geçiciydi ama istekler geçici değildi. İnsan menfaat ve vicdanı arasında sürekli sıkışıyordu. Konu netameli bir konuydu ama İbrahim konuyu felsefi köklerine girerek yavaş yavaş irdelemeye başladı. Bu arada telefonlarımız çalmaya başladı. Arayan Abdurrahman’dı. Adeta şöyle diyordu: “Neredesiniz, sizi çok ihmal ettim ve de özledim!” Tamam özlediğini söylememiş olabilir ama biz söylemiş olduğunu kabul ediyorduk. İstemeye istemeye kendisine adres verildi. İnsan olmak zordu, başkalarının acısını çekmek gerekiyordu ve dahi katlanmak… Konu iyice kızıştığında bir anda Çaykolik’in kapısında Abdurrahman göründü. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Sanki yıllardır alamadığı nefesi yanımızda alıyordu. Hemen başköşeye geçip besmele bile çekmeden “Ben Çaykolik buluşmalarının sebebini biliyorum. Sulhi Ceylan yalnızlığını gidermek için bu buluşmaları organize ediyor” deyiverdi. Evet evet bu potu kendisi kırdı. Hem de cart diye. Bu cümle karşısında Sulhi “Eğer dediğin doğru olsaydı haftanın her gününe buluşma ayarladık. Madem öyle benim Pazartesi, Salı, Perşembe, Cuma ve Pazar günü yalnızlıklarım ne olacak?” dedi. Abdurrahman hatasının farkındaydı ama geri adım atmak da istemiyordu ve hemen yalnızlık üzerine tasavvufi ve felsefi bir tartışma açılıverdi. Tam konunun çözümüne varmışken Muhammed Furkan Kâhya Abdurrahman’a “Hocam, neden her zaman kadının aşkı erkekten daha fazla oluyor?” dedi. Kendinden emin bir şekilde söze başlayan Abdurrahman; kadınlar erkeklere göre daha hissidir, tarzı kimseyi tatmin etmeyen bir cevap verdi. Konunun yerde kaldığını gören Sulhi hemen atılıverdi ve soruyu şöyle yanıtladı: “Bu sorunun cevabı için biraz geriye gitmek gerek. Hazreti Havva, Hazreti Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldı. Dolayısıyla kadının erkeğe muhabbeti bütünlenme, daireyi tamamlama meselesidir. Cüzün külle olan sevgisidir. Tikelin tümele varma isteğidir. Ve her zaman cüz’ün kül’e sevgisi, kül’ün cüz’e sevgisinden çoktur.” Bu cümleler masanın üzerine bırakıldığında Abdurrahman itiraz etmeye çalıştı ama kamuoyu aldığı cevabın hakkını vermiş ve Abdurrahman’a susması için mahalle baskısını çoktan yapmıştı.

Simitler yendi, çaylar içildi, tekrar simitler yendi ve tekrar çaylar içildi. Bu tekrarlar ne kadar oldu bilmiyoruz ama gece kendini Edebifikir okurlarında bulmuştu. Kendini kaybetmek isteyenlerin sığındı gece, içinin karanlığını Edebifikir okurlarıyla aydınlatıyordu. Gece aydınlansa da saat ilerledikçe ayrılacak olmanın hüznü yine Çaykolik’i sarmıştı. Derken bir ses yankılandı tüm kulaklarda, “Bugün Kadıköy’de geceleyelim. Sabah ayrılırız.” Ekip sesin geldiği tarafa döndüğünde hepsinin kulaklarında başka bir ses yankılanıyordu bu sefer: “Tamam Kadıköy’de sabahlayalım ama ya sabah olunca ne olacak? Yine ayrılık bizi ayırmayacak mı ve biz ayrılacağımızı bile bile sabahın gelmesini nasıl bekleyeceğiz?” Ekip çaresizce kendini Kadıköy’ün sokaklarına vurdu. Her köşe başında bir kişi sessizce bir sokağa dalıp kayboluyordu. Tüm ekip Kadıköy’ün sokaklarında kaybolduğunda Kadıköy kurbana doymuş ve Bahariye’nin tam orta yerine gözünden bir damla yaş düşürmüştü.

Edebifikir Haber Ajansı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir