Bir Klasik Olarak Gülistan

“Mana Gülistanının Bülbülü: Sâdî Şirâzî” dosyamızın ikinci yazısını Sulhi Ceylan yazdı.
***

Var olmak, bir hikâyeye konuk olmaktır. Biz sadece kendi hikâyemizde nefes almakla kalmaz, başkalarının hikâyelerinde de soluklanırız. Her bir insan yeni bir hikâyedir ve bu sebeple birbirimizin hayatlarını merak eder, sürekli başkalarının anlatılarına kulak kesiliriz. Her bir hikâyede kendimizi bulmaya çalışır, özlemlerimizi böylece geçici de olsa dindiririz. Bu sebeple olsa gerek hikâye dinlemek bize her zaman çekici gelmiştir.

Doğruyu gösterme konusunda Kur’ân-ı Kerîm’in kullandığı yöntemlerden biri kıssa /hikâye anlatımıdır. Verilmek istenen mesaj kıssalar sayesinde somutlaşmakta, anlatılanların etki alanı genişlemektedir. Allah Teâlâ, birçok peygamber ve önemli şahsiyetinlerin başından geçen hadiseleri kıssalar ile gözler önüne sermektedir. Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalar, öne çıkardığı karakterlerin davranış biçimleri, kararları, seçimleri ve ani bir gelişme karşısındaki aldıkları tavır açısından, ibret almasını bilenler için ufuk açıcı imkânlar sunmaktadır. Aklını kullanabilme seviyesine ulaşmış bir kimse olay ile ibret arasındaki ilişkiyi yakalar ve gereğini yerine getirir.

Allah Teâlâ, uygun gördüğü davranış ve ahlâkî formları kıssalar aracılığı ile anlatmakta ve bu kıssaları okuyanlar için söz konusu kişiler ve özellikleri ise rol model işlevi görmektedir. Bu sayede inananlar kalbî ve aklî olarak inşâ olmakta yani eğitilmektedir. Tasavvuf ehli de kıssa ve hikâyelerden çok yararlanmıştır. Hatta Cüneyd-i Bağdadî’ye (k.s.) Allah dostlarının sözleri ve hikâyelerinden bahsetmenin müritlere ne faydası olduğu sorulduğunda; “Kalbi takviye etmek, mücâhedede sâbit kadem olmak ve talep ahdini tazelemek” olduğunu söyler.

Halka hitap eden eserlerde, eğiticiliği ve akılda kalıcılığı sebebiyle hikâyeler son derece önemlidir. Bu kitaplardan biri de yazıldığı tarihten itibaren değerini hiç kaybetmeyen ve her kesimden insan tarafından okunan Fars edebiyatının ilk akla gelen temsilcilerinden Sâdî Şirâzî’nin Gülistan adlı eseridir.

Bir Öğüt Verici Olarak Sâdî

Sâdî Şîrâzî’nin “Muradım öğüt vermekti, verdim” dediği Gülistan; Padişahların Halleri, Dervişlerin Ahlâkı, Kanaatin Fazileti, Sukûtun Faydaları, Aşk ve Gençlik, Zayıflık ve İhtiyarlık, Terbiyenin Tesiri ve Sohbet Edepleri olmak üzere sekiz bölümden oluşur. Kitabın sekiz bölüm olmasının sebebi ise sekiz cennettir. Şîrâzî duyulmadık fıkra, hikâye ve şiirlerden, önceki padişahların yaşantılarından örneklerle oluşturduğu eserini 1258 yılında yazar.

Mehmed Âkif Ersoy, Safahat’ında “Sa’dî, o bizim Şark’ımızın rûh-i kemâli” diye övdüğü Şîrâzî’nin asıl derdi insanları dünya ve ahiret mutluluğuna eriştirmektir. Bilgelik yüklü hikâyelerinin arkasında bu samimi niyet yatar. Yaptığı pek çok seyahat, tanıştığı insanlar ve aldığı tasavvuf terbiyesi sonucu hayata karşı derin bir duyuş geliştirmiş ve bunu hikâyeleriyle son derece özlü bir şekilde anlatmıştır.

Şîrâzî’ye göre hayat bir fırsattır. İnsanın sermayesi ise kendisine biçilen ömürdür. O halde bu sermayeyi akıllıca kullanmalı ve kabre girmeden önce bol bol hayır işlemelidir. İnsan, fâni olana gözlerini çevirince bâki olanı unutur ve bu yüzde bir türlü doymak bilmez. Ölüm işte bu yüzden kötüdür. İnsana, yıllarını vererek bin bir zorlukla biriktirdiği servetini bırakmak çok zor gelir. Sâdî’ye göre, bulutlar, rüzgârlar, gökteki ay ve güneşi insana hizmet ettiren Allah Teâlâ’ya, insanın gönül borcu vardır. İnsan, hayatın içinde kendini kaybeder ve akışın arkasındaki eli görmezse bu borcun farkına varamaz.

Sâdî, “Bir Haraminin Oğlu” hikâyesinde “Kubbe üstünde ceviz durdurmak ne kadar boş bir çaba ise, kabiliyetsiz kişileri terbiye etmek de o derece güçtür” diyerek kimlerin eğitilmesi gerektiği üzerinde durur. Hasır kamışından şeker umulmayacağı gibi soysuz insanın da terbiye olması beklenmez. Bütün bunlara rağmen yine de hak etmeyen birine terbiye verilirse hem verilen eğitim boşa gider hem de o kişi istenen seviyeye gelmez. Buluttan ab-ı hayat yağsa yine de söğüt ağacı meyve vermez. Hâlbuki hak etmeyen kişiye verilen eğitim iyilik değil kötülüktür. Ve bu durum iyi kişilere de fenalık yapmak anlamına gelir. Bir şeyin aslında kabiliyet varsa terbiyenin etkisini görülebileceğini söyleyen Şîrâzî köpeğin cevheri kötü olduğundan, yedi denizde yıkasan da arınmaz, der

Sâdî’nin sürekli üzerinde durduğu bir diğer mesele ise insanın fani olmasına rağmen ölümsüzlüğe duyduğu aşktır. Dünyanın geçici olmasına rağmen, insanın hiç ölmeyecekmiş gibi yaşaması… “Cihanın mülkü bize nasıl elden ele gelmişse öylece elden ele dolaşacak” diyen Sâdî insana sürekli bir idrâk kazandırma derdindedir. Eşyanın büyüsüne kapılıp üzerindeki fanilik örtüsünü göremeyen insan ne yazık ki bu doyuma ulaşmamış arzusu ile ölmeye mahkûmdur.

İnsan hayata, menfaatleri üzerinden bakar. Olayları şahsî kazancı üzerinden değerlendirmeye meyyaldir. Bu sebeple olsa gerek bir dervişe “İsm-î âzam nedir?” diye sorduklarında “Ekmektir” demiş ve eklemiş: “Görmüyor musunuz, herkes gün boyu onun peşinden gidiyor!” Bu sebeple Sâdî “İnsanın yüzüne karşı koyun gibi yumuşak, arkasından canavar gibi yırtıcı olan insanlar vardır” diye bizleri uyarırken ayrıca insanın menfaati için her türlü kılığa girebileceğini de söylemiş olmaktadır.

Bir İnsan Mütehassısı Olarak Sâdî

Sâdî, samimiyet ile ilgili bir hikâye anlatır. Padişahın ziyafetine misafir olan bir derviş, hakkındaki olumlu düşünceler artsın diye her zamankinden az yemek yer ve normalde kıldığından daha fazla namaz kılar. Böylece kendisini öveceklerini, “çok âbid ve zâhid biri” diyeceklerini düşünür. Ziyafetten ayrılıp eve gelince de hemen sofranın kurulmasını ister. Bu dervişin kurnaz bir oğlu vardır ve “Babacığım, sultanın ziyafetinde bir şey yemedin mi?” diye sorar. Derviş “Yedim ama az yedim ki işe yarasın” deyince oğlu “Madem öyle yemeği kaza ediyorsan namazı da kaza et ki işe yarasın!” der. Sâdî, vurucu hikâyelerle konuyu anlatmayı sever. Küçük menfaatler için ahretini satan insanlar üzerinden derdini anlatır. Gayesi ise insanın kendine çekidüzen vermesi yani gaflet uykusundan uyanmasıdır.

İnsanın en büyük kusurlarından biri de kendine karşı kör olmasıdır. İtiraf etmese de insan en çok kendini sever ve ilk derdi hayatını devam ettirmektir. Bu son derece normal. Sorun ise insanın zamanla kendi yaptıklarına karşı körleşmesi ve davranışlarını sorgulayamaz hale gelmesidir. Bu körlüğün bir diğer sebebi ise gururdur. Kendini beğenme ve büyüklük taslamak olan gurur aslında bir başkasının sırtına basarak yükselmek demektir. Yani kişinin hak etmediği yerde kendini görmesi. Sâdî, “Gururlu kimse kendinden başkasını görmez, onun gözünün önünde ayırıcı bir perde vardır” diyerek gururlu kimsenin kendi gözüne çektiği bir perdeden bahseder. Bu perde gerçekte yoktur. İnsanın zanlarından beslenen ve böylece gün geçtikçe kalınlaşan perde aslında hakikatle insanın arasına çekilen bir perdedir. Ve işin acıklı yanı ise bu perdeyi sadece insanın kendini yırtabilir. İşte körlük burada devreye girer ve perde bir anda yok olur!

Bir Müşahit Olarak Sâdî

Sâdî, hayatı iyi müşahede eder, gördüğü ibret verici hadiseleri kaydeder. Hayata karşı gözleri açıktır, Hakk’ın tecellilerini sürekli görmeye ve anlamaya çalışır. Hayatın imbiğinden süzdüklerini de hikâyeleri ile bize aktarır.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, kendisine “Sizin silsileniz nereye ulaşır ve kime dayanır?” diye soran birine: “Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz.” diye karşılık verir. Çünkü kemal neseble (soy) değil iktisab (kazanma, gayret) iledir. Sâdî, şahit olduğu bir olayı şöyle anlatır: “Bir Arabî gördüm, oğluna şöyle diyordu: Evlâdım! Yarın kıyamet gününde sana, ne kazandın, derler. Kimin oğlusun, demezler.” Kişinin, akrabalık ilişkileri ile değer kazanmayacağını ifade eden Sâdî, insanın yakın olmak istiyorsa Allah’a yakın olma çabası içinde olması gerektiğini söyler. Çünkü Allah’a yakınlık kişinin nefsini terbiye etmesi ve kötü huylarından aklanması sonucu ulaşılır. Böyle biri için nesebin bir önemi kalmamıştır. Burada dikkat çekilen diğer mesele ise insanın gayretsizlik ve tembelliğini akrabalık ilişkileri ile kapatma çabasıdır. Bu tür ilişkilerin dünyada bir karşılığı olsa da ahirette yoktur. Dünyanın geçici olduğu düşünüldüğünde Sâdî’nin haklılık payı ortaya çıkar. Çünkü şöyle der: “Hünerin varsa getir, asaletinle övünüp durma. Gül dikenden Hz. İbrahim (a.s.) Âzer’den olmuştur.”

İbn-î Arabî hazretleri, insanı “Gök kubbeyi ayakta tutan direk” olarak niteler. Âlemin varlık sebebi insandır. İnsan ise fıtraten kemale doğru ilerleyen bir canlıdır. Bu kemali elde etmek için en önemli araç ise eğitimdir. Sâdî’yi Gülistan kitabında bir eğitimci olarak görürüz. Eser, baştan sona insanın üzerine eğilmekte ve ona kendinde bulan kusurları göstermektedir. Yani insana ayna tutmaktadır. Sâdî burada en eski edebî türler arasında yer alan hikâyelerden yararlanır. Çünkü hikâyenin akılda kalıcılığı, verilmek istenin mesajın özlü bir şekilde anlatılması ve insanı düşünmeye yönlendirmesi gibi özellikleri vardır.

Sâdî’nin ana amacı insanların güzel ahlâkı elde etmesini sağlamaktır. Bunun için pek çok hikâyeden yararlanır. Verdiği örneklerle yanlışı gösterir ve iyiye işaret eder. Örnekler son derece açık ve anlaşılırdır. Çünkü Sâdî’nin derdi felsefî bir mesele ortaya koymak değil, her kesimden insana ulaşmaktır. Bu sebeple hikâyelerin sonunda alınması gereken hisseyi de kendi söyler.

Sulhi Ceylan

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • silsile ile bir yere varamayan , 03/06/2021

    değinilen noktalar nokta atışı olmuş. manidar bir yazı. kaleminize sağlık…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir