Mümin Munis, şiirinin Edebifikir’de yayınlanmaması üzerine kalbe dokunan bir deneme yazdı.
***
Leyla’yı görürseniz benden hürmetle selam söyleyin. Satırlar arasında eline, ayağının altına bir öpücük kondurduğumu söyleyin. Leyla’nın ayakları esmer buğday rengindedir. Şairin şiiri gelmiştir gece uykusuzluğunun en orijinal yerinde. Esmer buğday rengindeki ayakları ile tahtaları gıcırdatarak yürüye gelmiştir şiir. Atılacak paragrafların, yazılacak satırların şiir tarafı olacaktır illa ki… Sulhi Ceylan şairin yağmurdan, rüzgârdan, buğdaydan, şehirden, göklerden okuduğunu yan yana satırlarda beğenir hâlbuki. Hâlbuki seni bir düz yazı içinde tanzim etmek ne kadar zordur Leyla.
Karşılıklı konulmuş aynalar nasıl da sonsuzluğu hatırlatır… Yüzün mü gizlenen aynaların içinde, aynalar mı karşılıklı duran sonsuz yüzünde, yoksa yüzün mü sonsuzluğun aynasında… Müsaade et bunu Sulhi Ceylan’a sorayım Leyla. Belki bize Kurtubalı bilgenin ışığını tutar ötelerden… Aklım takat yetiremiyor sonsuzluğu, yüzünü, aynaları düşünmeye. Okuduğum kitaplarla bu görüş karmaşası çözümlenmiyor. İnsanlar bütün kitapları yanına alıp aynalarda, sonsuzlukta, yüzünde kaybolup gitmek istemeden nasıl yaşayabiliyor? Aynalardan, sonsuzluktan, yüzünden içime doğru yazılası bir şiir geliyor. İzin ver bunu Sulhi Ceylan’a sorayım Leyla; içimden bütün kitapları yakmak geliyor.
Bu şehirde kör, sağır otomobiller arasında, aradığımı bulmak hevesiyle ellerim cebimde dolaşırken öylesine; tam da yolumun öylesine bir yokuşa değindiği noktada bir hançer geçiyor kalbin üzerinden… Bir tül perde iniyor üzerime tepeden tırnağa. Kör sağır otomobiller arasında, öylesine lal kalıyorum Leyla… Bu mahir şehrin sefa düzenini bozmadan, bir şiir tutturuyorum senin lisanında. Sükûtun hançeri ikiye bölerken kelimeleri, sesinden yankılanmış sözleri topluyorum. Elimde yazı suretinde şiirlerle yürüyorum; Sulhi Ceylan bekliyor yokuşun başında. ‘Merhaba’ diyorum. Leyla’nın sükût makamında söylediği bütün sözlerin ağırlığını ve şehrin otomobillerinin ya körlüğünü ya da sağırlığını kuşanıp geliyorum. Sulhi Ceylan ellerime bakıyor. ‘Hayat bir şiir gibi yaşanmaz her zaman; ama Leyla’nın lisanında sükût bile şiirdir’ diyor. Sulhi Ceylan ellerime bakıyor. Ellerimden anlaşılıyor ki ağır kanamalı kelimelerle tırmanmışım bu yokuşu.
Çölün hikâyesini anlatmak dururken, İstanbul’un yüksek kaldırımlı sokaklarında boğuluyorum. Leyla ki Tihame geceleri gibi; ne yakar, ne üşütür… Leyla ki İstanbul gibi; ne sever, ne öldürür. Onun bir kırmızı karanfil gibi duruşu kalır bu şehrin siluetinde… Şehrin en belirgin yerisindir sen Leyla. Sulhi Ceylan bu şehri en ölesi gelmiş yerinden tutuyor; bense illa şiir tarafında kalıyorum. Benim ellerim duruşuna bağlanmış bir şiiri güdüyor. Ben şair değilim Leyla… Müsaadenle Sulhi Ceylan’a da bunu itiraf edeyim; ben şair değilim… Ama ne zaman şehrin siluetine takılsa gözlerim, illa yokuş yükü kanamış sözleri şiire çeviriyor. Bu Leyla’nın duruşundandır muhakkak. Yoksa vallahi billahi ben şair değilim.
İki doğunun ve iki batının Rabbine hamd olsun ki Leyla’nın gözleri hep üzerimizdedir. Leyla’nın duruşundan çalıntı bakışlar çalarak, elleri taklit için taşa yapışır heykeltıraşların. Elleri taş kesilir Leyla’nın güzelliğinden… Sulhi Ceylan, Mansur Üftade ve ben; heykellerin duruşuna karşı ilahiler söyleriz. Batı’nın günışığından kırpılmış çinilerin, öfkeli renklerine karşı sabrederiz. Batı’nın anıtları önünde oturup oturup ağlarken; Sulhi Ceylan, Mansur Üftade ve ben, Leyla’nın gözleri muhakkak üzerimizdedir, elbet biliriz.
Ve sabah ezanı şehrin kalbini titretiyor. Sulhi Ceylan şehrin eceli en yakın yerinde bekliyor. Mansur Üftade ile çıkıyoruz yokuştan. Benim ellerim kan revan… Sulhi Ceylan ellerime bakıyor. Ne diyeyim şimdi; ‘vallahi ben şair değilim; düpedüz yazı yazdım. Mansur’un yüreği kanıyor.’