Nihat İlhan, sizi kendi dünyasına çağırıyor. Sessizliğin, duvarları çatlattığı dünyasına…
***
Devinip duran gözlerin geliyor aklıma Maria; şehrin duvarlarına asılan duyarsızlığın. Mahremini ilan edişin namahrem sayışlarda ve daha bir sürü şey… Ama bunların hiçbirisi önemli değil Maria. Hiçbirinin bir anlamı kalmadı artık bu dünya için. O masum gökyüzünü dizlerine kadar indirişin ve sonra dizlerini hemen cennetin altında büküşün. Secdeye varmanın sükûtunun haysiyeti düşüyor damarlarına; Sen ‘var olmak’ diyorsun ‘ne de anlamsız bir kelime. Var olamadıktan sonra insan ne için yaşar?’ Dudaklarında kıvrımlar yelpazeleniyor. Ben ufkundan birkaç perde çıkarıyorum kendime dair ve örtünüyorum. Acılar bize hiç uğramaz artık, biliyorsun değil mi? Biz oyunlara dair hiçbir şey anlatmadık. En içten ortamlarda güldük ve hiçbir zaman aşırıya da kaçmadık. Ama şehri bırakıp gidişlerimiz hep aynıydı. Bir resim çizer gibiydik dağların yeşilliğinde yol alırken. Kumsallardan geçerken, incinir diye bir kum tanesi, sevdiğimizi haykırarak yürüdük seninle beraber; ola ki, gönüllerimizden zifiri karanlık akmasın kumlara. Kum tanesi olmak istedin sen, bense varlığına iniş yapacak sapsarı bir yağmur. Karanlıklar açmadı bizim gölgemizde. Esrik bakışlar yetiştirdik, sağlam duruşlar. Hiçbir cümle bizi anlatmadı Maria.
Güzel gözlerin geliyor aklıma Maria. Hani bir gün ‘bu çağı bırakıp da gidelim’ deyişin. İnsanların arasından sıyrılışın geliyor aklıma. Kendini odaya kapatıp gün boyu kitap okuyuşun ve hiçbir anlam ifade etmeyen cümleler yazışın. ‘Ne kadar yazsan da, yazmana sebep olanlar bunları hiç okumayacak biliyor musun?’ demiştim hani. Hani ‘bir cümle ne kadar dünyayı anlatsa da, dünyadaki insanlar seni böyle karşılamayacak’ demiştim. Ben her zaman haklı oldum bu konularda Maria. Çünkü biliyordum ki kimsenin umurunda değildi başka insanların ölümleri. Kendileri yaşadıkları sürece, mutlu kaldıkları sürece hiçbir zaman anlamayacaklardı bir bombanın insanı parçalayışının değil, bir sevdiğinin zalimce ölümü karşısında bir yüreğin parçalanmasının daha acı olduğunu. Hiçbir zaman anlamayacaklardı açlığın midede değil, Somali’de olduğunu.
İnanmak nedir bilmeyen gözlerin geliyor aklıma Maria. Sersefil oluşların. İnandığın her şeyin bir buz dağı gibi paramparça oluşu. Sen dumanlı dağlar ardında açan bir gövdesin, varlığın kâinata kök salacak. Varlığın amber, unutmaman gökyüzü. İnandığın bütün insanlar nasıl da boş çıktılar değil mi? Bazen sırtını yasladın onlara, bazen tüm benliğini emanet ettin. Ama görüyorum ki yaşlanmış ruhundan fırtınalar yükseliyor. Diyorsun ki nasıl olacak? Ve ben kime güveneceğim bu dünyada? Hiçbir şey istediğin gibi olmayacak Maria. Hep avlanacaksın bir kuş gibi. Herkes seni yarı yolda bırakacak. Çünkü herkes gitmek istediği yere kadar gider başka birisiyle. Çünkü herkes yalnız doğar ve yalnız ölür.
İçten içe kıvrılan gözlerin geliyor aklıma Maria. Sessizliğinin duvarları kavrayışı. Facialar olmuş ve sen burada yokmuşsun sanki. Hiç bilmemişsin neden var olduğumuzu bu dünyada. Gökyüzünün yankılanışını gözlerinde, sürgüne giden bulutların senin toprağın olmasını seyretmişsin. Biz hepimiz aynı dünyada yaşayabiliriz demişsin. Fark edememişsin baban ne için koşuyor sokaklarda ve ne için kavga ediyor başka insanlarla. Bazen sevginin bir aileyi korumak için edinilen bir kavga olduğunu görememişsin. Sokaklarda telaş yağmuru varken, sen ıssız şarkılarla oyalanmışsın. Fakat senin de kalbini birisi kırdığında, kimsecikler seni de anlamamaya başladığında ve güneşin değil, artık yağmurun anlam kazanmaya başladığında kaçmışsın insanlardan. Kendini güvensiz ortamlardan soğuk yalnızlıklara taşımışsın. Bunca yıllık hayatın sanki kaybolmuş tek bir anda ve sen yapayalnız kalmışsın.
Unutmayışların geliyor aklıma Maria. Belki de birkaç hap alışın gece yatmak için derin ve sorgusuz. Gökyüzü artık senin için değer ifade etmiyor. Ümit etmek istemiyorsun. Andan başka bir şey görmediğin için geçmişi geride bıraktın. Mutsuzluğun en büyük mutluluk. Tozlu raflar içinden bir kitap çıkarıyorsun ya da belki beni biraz olsun anlatır diye bir şarkı açıyorsun. Konuşmak artık günah, sükût ise sevap. Artık oluşuyorsun Maria. Ateşteki ferahlığı anlıyorsun. Sana bir soru soruyorum ‘dünya yaşamaya değer mi?’, ‘Her ne kadar anlamsız düşlere uyansak da, biz de insanız’ diyorsun ‘ve yaşamaya insanlık onurunu arttırmak için devam etmeliyiz.’ Ben ‘bir kuş ömrü kadar vaktim olsa ve ersem dünyanın en güzel nimetine’ diyorum. ‘Ölüm varlığa dair bir suizandır’ diyorsun ‘ne olduğunu hâlâ öğrenemedik.’
Gülmeyi de bırakışların geliyor aklıma Maria; insan büyüdükçe nasıl da yalnızlaşıyormuş değil mi? Nasıl da buhran havası soluyormuş ve bundan hiç haberi yokmuş. Ben hâlâ küçüklüğüme dönme sevdasında değilim. Hiç olmazsa beyhude düşüncelerimize değer katalım değil mi? İnsan büyüdükçe bir şeylere anlam katmak istiyor değil mi? Bana maceralarından anlat Maria. Bana bir türlü bölünmeyen düşlerinden anlat. Yaptığımız yanlışların bizi nasıl bir hayata sürüklediğinden; kuşların mı daha özgür, yoksa bizim mi daha alçak olduğumuzdan bahset. Ben hâlâ güvercin dolu bir bahçe de bölük bölük oluyorum. Hayatı bilse de, tanısa da; insan kendini tanıyamıyor değil mi?
Biz de kendimizi sevelim mi?