Seneca, yirmi asır önce zamanımızın kimi zaman elimizden zorla alındığını, kiminde sinsice çalındığını, kimi zaman da boşa akıp gittiğini söyler Lucilius’a mektubunda. Ona göre ömrümüzün önemli bir kısmını kötü bir iş yaparak veya hiçbir şey yapmadan geçiririz. Bu şekilde hayatımızı yapmamız gerekenin dışında şeyler yaparak geçirdiğimizi ifade eder. Bir çeşit oyalanmadır bu. Asıl yapmamız gerekeni erteleyip kışır ile meşgul olduğumuz günler, hiç istemeden dâhil olup içinden sıyrılamadığımız anlar ve başkalarınca esir alındığımız zamanlar birike birike ölüm kapısına ulaşırız. Böylece kendi umursamazlığımız yüzünden elimizden kayıp giden zamana, başkalarınca talan edilen zamanımız da eklenince ardımızda yele verdiğimiz bir ömür bırakırız. Seneca mektubun devamında Lucilius’a bu durum için şöyle der: “Bugününe el koyarsan, daha az bağlı kalacaksın yarına. Böyledir bu iş: Yaşamak ertelendi mi, hızla akar geçer.”
Seneca’nın yirmi asır önce dile getirdiği bu konu, – ilk değil yalnızca bir örnek olması itibariyle- tarih boyunca başka başka dillerde, farklı toplumlar ve anlayışlarda mâkes bularak insanlığın müşterek derdi hâline gelmiştir. Ölümün varlığı, hayatın geçiciliği, bu sebeple geçmiş ve gelecek zamanla uğraşılmaması gerektiği ve ânın/vaktin kıymetli ve tek hazine olduğu söylenegelmiş, satır aralarında yerini bulup günümüze kadar tartışıla tartışıla gelen bu konu üzerinden ölüme, hayata, anlama ve eyleme dair hatırı sayılır bir külliyat oluşmuştur. Ancak durum her ne şekilde ele alınmış olursa olsun, vaktin nasıl değerlendirileceği konusu dönüp dolaşıp insanın ihtiyarına dayanır. Bu sebeple söylenenlerin hayata çeşni katan, karizmatik bir hatırlatmanın ötesinde bir anlamı içermesi, insanın iradesini hangi yönde çalıştıracağından, hangi davranışı tercih edeceğinden bağımsız değildir. Bu yüzden vaktin sorumluluğunu almak ve ona karşı duyarlı olmak, vaktin hakkını iade edecek en temel davranış olabilir. Fakat bu noktada da eylemi değerli kılanın, iyi veya kötü yapanın ne olduğu meselesi karşımıza çıkar. Ne yaparsak ânı ıskalamamış ve yerinde davranmış oluruz? Bu soruya iyi, kötü, amel ve erdem kavramlarının tariflerinden yola çıkarak bir cevap vermek mümkün. Bu noktada cevabımızın dayanağı, hem davranışlarımıza şekil veren hem de vaktimizi nasıl kullanacağımızı belirleyen ana unsur olarak değerlendirilebilir.
Örneğin, Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlâk-ı Alâ-î’de, hikmetin, felsefe de denilebilir, yalnızca bilmeyi esas alan tarifinin yanında bazı hukemanın hikmeti ameli de dâhil ederek tarif ettiğini ifade eder. Kınalızâde, bu ihtilafı belirttikten sonra hikmeti iki başlık altında, hikmet-i ameliyye ve hikmet-i nazariyye olarak taksim ederek nazarî hikmetin, “bizim kudret ü irâdetimiz medhali olmayan mevcudât-ı hâriciyye”yi; amelî hikmetin ise “bizim kudret ü irâdetimizin medhali mukarrer ve anlarsız vücudu müyesser olmayan”ı içerdiğini söyler. Kısaca, yüzeysel bir ifadeyle, nazarî hikmette insan iradesinin etkisinin olmadığı, araştırma ve düşünme yoluyla – bahs ü nazar- tahsil edilebilen dış varlıklar, amelî hikmette ise iradenin etkin olduğu, insanın fiil ve davranışları üzerinde durulur. Nazarî hikmet bir kenarda dursun, Kınalızâde’nin amelin keyfiyeti hakkında farklı felsefî tutumların görüşleri üzerinden hangi davranışların hakiki mutluluğa ve kemâle ulaştıracağı ve hangisinin bir noksanlık ve uhrevî mutsuzluğu doğuracağını açıklarken ahiretin varlığına işaret etmesi, nefsin iyi davranışlarla süslenip kötü davranışlarla kaçınmakla temizleneceğini söylemesi ve bunu âyetlerle delillendirmesi, onun iyi ve kötüyü Tanrı’nın varlığından ve onun emir ve yasaklarından ayrı değerlendirmediğini gösterir. Kınalızâde’nin amelî hikmet tanımında kullandığı bu ifadelerde, amelin yani eylemin mâhiyetini hangi çerçevenin içinde ele aldığını görebiliriz. Bu çerçeve, Kınalızâde’nin mesnedi hakkında fikir verir. Bunun gibi her insanın da hayatını idame ederken davranışlarına ölçü olacak bir dayanağa, sınıra ihtiyacı vardır. Bu dayanak her ne olursa olsun zarurî olup sınanabilirliği ayrı bir tartışmanın konusudur.
Seneca’nın mektubuna tekrar dönecek olursak, onun “Bugününe el koyarsan, daha az bağlı kalacaksın yarına. Böyledir bu iş: Yaşamak ertelendi mi, hızla akar geçer.” sözüyle ne kastedebileceği ve bizim bundan ne anladığımız iyi ve kötü iş/amel tasavvurumuzla doğrudan ilişkilidir. Bu tasavvur oluşurken bilginin mesnetsiz ve yetersiz kalması durumunda, vaktimizi ıskalamadan, yerinde davranarak ve ertelemeden yaşamanın, Seneca’nın deyişiyle bugünümüze el koymanın yolları bizim için belirsiz kalır. Bu sebeple vaktimizi nasıl ve ne ile geçireceğimiz konusu başlı başına ilmin konusudur. Bu şekliyle bilmeyle eylemeyi teyelleyip durduğumuz hayatımızı mevzubahis sadece vakti geçirmek olduğunda bile ilimden ayrı tutamayız. Kaldı ki yaşamak, sadece vaktimizi geçirmekten ibaret değil.
Nur Cihan Şeker
3 Yorum