Hava yağmurlu bugün. Güneşin yüzünü gösterdiği her güne güzelleme yaparken asıl güzelliğin her şeyin yerli yerinde olması olduğunu farketmek bugüne nasip oldu. Çiçek dalıyla, güneş tülüyle, yağmur yağışla güzel. Kışa serenat yapasım var, o derece.
Kerahat vakit. Dışarıdayım. Bir otobüs şoförü gibi mecburi istikametteyim. Yağmur başladı ve incecikten yağıyor. Elif eve gelmiş olmalı. Keşke o türküyü bilseydim de mırıldansaydım. Şemsiyem yok. Şemsiye taşımaktansa yağmurda ıslanmayı yeğleyen bir arkadaşımı lise çağlarımda kınamış olduğumdan, artık ben de ıslanmayı şemsiye taşımaya yeğleyen bir insan oldum. İnsan büyük konuşmamalı. Adımlarımı gayri ihtiyari hızlandırdım. Bir an önce gideceğim yere varmalıyım. Ne de olsa olması gereken bu değil mi, ıslanmaktan kaçmak? Ama yok, şöyle bir baktım kendime ve ne yaptığımı kestirmeye çalıştım. Kendine yabancılık bu olsa gerek. Daha önceden tanıdığına vehmettiğin bir yüzle karşılaşınca duraksamak gibi bir şey. Yahu bu güzelliği bir daha ne zaman bulacağım, ıslan ıslanabildiğin kadar diye seslendim kendime. Kerahat vakti dışarda olmanın fukaha nazarında yeri nedir bilmiyorum ama sokakların insanlardan arınmış halinin insanı kendine çeken bir yanı var. İnsandan arınmışken bile insanı çağıran sokaklar! Efsun bu olsa gerek.
Ablamın evine geldim. Bu geliş de bir büyük konuşmanın neticesi. İnsan bazı ekleri dilinde öğütmekten de Allah’a sığınmalıymış, bunu öğrendim. Şimdi ise diyet ödüyorum. Ellerim iki gündür hoyratça kullanılmaktan öfkeli bana. Ne dese haklı. Ben de kızgınım kendime. İnsanın en büyük öfkesi de kendinedir zaten. Aksini inkâr eden buyursun meydana. İnsan en çok kendine kızar çünkü kızgınlığına sebep olacak delil dosyasına, onun her detayına nüfuz edecek kadar yakındır ve şahitliği kendini bile ürpertir. İnsan bu, her şey gelir elinden.
Yapacağım işler bitti. Eve dönmek için tekrar sokaklardayım. Fakihler beni affetsin ama yatsı ezanları okunuyor. Bence de ne işim var benim burada. Ama şartlar ve gerçekler. Ödemeli çağrılar ve mecburiyetler. Yolda yürürken nerden aklıma geldi bilmiyorum, insan hiç sahip olmadığı şeylerin, adının yanına bir tamlayan olarak eklenmesini dilemeyi bile unutabiliyor. Evin yok mesela, ilerde bir evinin olabileceğini hayal etmeyi unutuyorsun. Varlık sana yokluğun bir daha var olmayacağını zannettiriyorken, yokluk sana var olabilecek şeylerin hülyasına dalmayı dahi unutturuyor. Hayalin hududu olmaz evet ama buğusu olur. Oluyor da. Çok enteresan. Keşke şair olsaydım ve “Tahammül mülkünü yıktın Hülâgû Han mısın kâfir” diyen şairden önce o mısraya tahayyül mülküyle nazire yapabilseydim. Bir de “Züleyha Çok Zalim”i ben yazmış olsaydım…
Eve gelebildim, şükür. Hamd, Allah’tan gelen her şeye, şükür Allah’ın nimetine yapılırmış. Şükür, çünkü eve dönüş yolu dünyanın tozundan kaçmanın bizcesi ve dünyanın en güzel anlarından biri…
Şimdi o anın üzerinden saatler geçti ve gece oldu. Yağmur başladı yine. Yağmur sesi neden bu kadar tılsımlı, bunu düşünüyorum. Klişe olacaksa ben yazmadım ve okunulmadı sayılsın ama içime yağıyor sanki. Zerreleri onaran bir yanı var. Allah’a inanmak da öyle, her zerreyi onarıyor.
Yağmura yıllardır şahitlik yapan biri olarak ilk defa onu izlemeye karar verdim ve camın önündeyim. Eğimli yağıyor. Bununla yetinmeyip camı açıp havayı ciğerime çekiyorum. Çocukluğum kokuyor! Soğuk havanın insanı kendine getiren yüzü ve kömür kokusu. Yüz yüze gelmeden ölmedik, hamd olsun. Şimdi ise kıvrımlı yağıyor, ilk defa mı görüyorum bu yağış şeklini? Garip. Hayatı ne çok ıskalamışım meğer. Elinde ne var diye sorsalar geç kalışlar ve ıskalamışlıklar derim. Bir de ıskalanmışlıklar var ki o, tedavülden kalkmayan yanımız. Yağmur hâlâ hızlı ve çokça yağıyor. Camın arkasında benim onu izlediğimden habersizce yağıyor ve arka fonda “Sen Bir Aysın” çalıyor…
“ben bozkırım sen yağmursun
gel hadi, gel hadi, gel hadi..”
Bu türkü insanı dert sahibi yapar. Kapatsam iyi olacak…
Zeynep K.
6 Yorum