Tarihle Kavgalı Olmak

İnsanın hem kendisiyle hem de geçmişiyle alakalı zihninde var olan sorulara cevap bulamaması, kişinin içinden çıkmakta zorlanacağı bir kavganın tam ortasına düşmesine neden olur. Bu durum genel olarak geçmişten gelen bilgilerin içinde yaşadığı zaman diliminde edindiği modern bilgilerle çelişmesi/çatışması nedeniyle gün yüzüne çıkar. Meselenin tam bu kısmında kişinin doğru ve dünden bugüne yaslanan bir tarih anlayışıyla kendisini bulması çözüm olarak ortaya konabilir. Zira geçmişiyle sorun yaşamayan, kimliği ve kişiliği ile ilgili karanlık noktalar olmayan fertler ne kendisiyle ne de içinde yaşadığı toplumla kavga ederler.

Bu anlamda doğru bir tarih anlayışı için doğru tarihçilere ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz. Ancak tarih yazmak zor bir iştir ve bu işin zorluğu da yazacak olan kişilerden başlar. Merhum Mehmed Niyazi hocanın deyişiyle “Olaylar sonraki dönemlere hiçbir zaman aynen intikal etmezler; en azından kayıt tutanın zihninde kırılarak yansırlar. Tarihçi, kayıt tutanı yakından tanırsa, kırılmaları tahmin edebilir. Bunun için tarihçinin ilk konusu kayıtları tutan insandır. O insan da yetiştiği sosyo-kültürel ortamın, yoğrulduğu değerlerin çocuğudur.”

Burada akılda tutulması gereken en önemli olgu tarihçinin yaşadığı çağın insanı olduğu gerçeğidir. Bu gerçek ıskalanmamalıdır. Zira tarihçi, yaşadığı çağın şartlarıyla bağımlıdır, kullandığı kelimelere bile döneminin anlamlarını yükler. Biz biliyoruz ki, kavramların ihtiva ettiği manalar zamandan zamana ve kültürden kültüre değişiklik arz eder. Uygulama aşamasında da pratik sonuçlar cereyan eden olayların bağlı bulunduğu kültür ve şartlara göre anlaşılabilir. Ancak biliyoruz ki kültür ve şartlar değişkendirler çünkü yapıları itibariyle dinamiktirler. Bu iki özellik göz önüne alındığında tarihçinin çalışma alanının neden zor olduğu ya da zorlaştığı daha iyi anlaşılır.

Mehmed Niyazi’nin tespit ettiği gibi tarihçi farklı bir kültürde şahsiyetini bulmuşsa, o kelime ve kavramların ana dilindeki manalarından kurtulamaz. Tarih konusunda Hammer’i eleştiren Mehmed Niyazi, onun bakış açısına göre Kanunî’nin bir imparator olduğunu; fonksiyon bakımından onun imparatorluğu ile Büyük Friedrich’in imparatorluğu arasında fark olmadığını söyler haklı olarak. Böylesi bir bakış açısı da bize Kanunî’nin şahsiyetini, sultanlığını ve dönemini yansıtmaz. Bunun yanında Osmanlı ile Prusya sadece devlet olarak aynıdır; oysa bu iki devletin kuruluşları, organları, organlarının fonksiyonları, tebaalarına bakışları, tebaalarının içindeki değişik din ve mezhep saliklerine karşı tutumları hatta yabancıya karşı tavırları birbirinden çok farklıdır. Bu yüzden bu noktaya gelen tarihçi Kanunî ve Büyük Friedrich’in apayrı kültürün insanı olduğunu bilmek zorundadır. Bunun da ötesinde bu iki ismin sahip olduğu zihniyet, telâkki ve değerler açısından çok farklı ölçülere sahip olduklarının altı çizilmelidir.

Geçmişi Bilmek

Tarih konusunda hassasiyet sahibi olan münevverlerimizin geçmişi değerlendirebilmek için mantalitemizi ve değerlerimizi bilmesi elzemdir. Aslında geçmişte bu durumla ilgili bir sorunumuz yoktu. Osmanlı münevverleri içinde yaşadığı topluma yabancı olmadığı gibi kendi insanıyla ve onun değerleriyle kavgalı da değildi. Doğal olarak tarihini yazacağı milletin değerlerini ve mantalitesini en ince ayrıntısına kadar biliyordu. Bugün yaşadığımız bu sorun son bir asrın ürettiği suni bir problemdir aslında.

Çünkü son yüzyılda aklı ve vicdanı işgal edilmiş bir aydın zümresi tarafından kuşatıldık. Bu suni sorunların arka planında elbette başka nedenler de var. Bu sorunları tek başına bir yere bağlamak mümkün değil. Çağın problemleri, insanımızın yaşadığı buhranlı yüzyıllar, Batı karşısında devamlı kaybedilen savaşlar ve bunların sonucunda yaşanan trajediler bu noktada sayılabilir. Ancak yine de yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen bizim kendimizden ve tarihimizden kopmamamız gerekiyordu. Zira bu kopuş zihinsel olarak yaşadığımız kavgayı hem büyüttü hem de bizi kendimize ve tarihimize karşı yabancılaştırdı.

Bu nedenle son bir asırdır kendi tarihiyle alay eden, onu küçümseyen, kendi geçmişini Batılı bilim adamlarından, tarihçilerden öğrenen bir türedi “aydın” gurubuyla karşılaşır olduk. Bizim burada yaşadığımız en önemli sorun sanıldığı gibi coğrafyamızın işgal edilmesi ya da belli bir süre işgal altında kalması değildir. Tarihimize baktığımız zaman görüyoruz ki dışımızdaki düşman bir şekilde her zaman yenilgiye uğratıldı. Asıl mesele zihniyet olarak yaşadığımız işgaldir. Kısacası akıl, zihin ve vicdan olarak işgal edilen bir medeniyetin coğrafyasının işgal edilmiş olmasının gerçekte hiçbir anlamı yoktur. Zira coğrafyadan önce kavramları, yargıları, perspektifleri, tüm düşünce ve ruh dünyası işgal edildiyse coğrafya zaten anlamını kaybeder. Coğrafyayı anlamlı kılan bu değerler ve gerçeklerdir.

Karanlıkta Kalan Aydınlar

Bizim okumuş bilim adamlarımız alanları olsun olmasın kendi tarihlerine o kadar yabancı kalmışlardır ki, âdeta bir oryantaliste taş çıkartacak kadar Batı zihniyle düşünürler. Merhum Mehmed Niyazi, Marmara Kıraathanesi’nde karşılaştığı bir profesörün kendisine, “Osmanlı’da sanıldığı gibi hürriyet yoktu, gayrimüslimler üç katlı ev yapamazdı, bak sınırlama geldi.”dediğini anlatır. Sadece bu örnek üzerinden bile Osmanlı’nın son dönemde nasıl okunduğunu, nasıl sığ bir şekilde değerlendirildiğini görmemiz, analiz etmemiz mümkündür. Mehmed Niyazi, bu noktada, bu kişinin profesör dahi olsa meseleyi bilmediğini vurguluyor ve bazı izahlarda bulunuyor. Aslında verdiği izahlar, konuyla az çok ilgilenen her kişinin bileceği şeylerdir. Zaten hadisenin can yakan tarafı da budur. Bizim aydınımız kendi tarihinden, dedesinden o kadar kopmuş ki en basit değerleri dahi unutmuş.

Mehmed Niyazi, Osmanlı’da kilise, havra ve caminin ibadethane olarak görüldüğünü açıkladıktan sonra “Oysa bilmiyordu ki Osmanlı vatandaşı camiden büyük ev yapmayı terbiyesizlik, hayâsızlık sayardı, yapmazdı.  Hristiyanlar ve Yahudiler ise yapıyorlardı. Doğal olarak Müslümanın kendisine getirdiği sınırlamayı onlara getirmiştir yoksa onlara özel bir şey yoktu. Adam bunun farkında değil, bu sınırlamanın neden geldiğini de bilmiyor, doğal olarak da onu bir yasaklama sanıyor. Hâlbuki o, bütün bir edep anlayışı idi.” diyor.

Bu hadisenin bir adım ötesinde saraydaki iç oğlanlar meselesi ya da cariyeler konu var ki, bu noktalarda bizim kendi yarı aydınımızın yaptığı iftiraları vicdan sahibi Batılı oryantalistler bile yapmıyorlar. Böylesi fikirler serdederek kaç asırlık tarihi karalamaya çalışanların bir kısmı bunu cahillikten ve bilgisizlikten yapıyor desek de belli bir kısmının belirli bir hedef ve amaç için yaptığını kabul etmek zorundayız. Bu acı gerçeği gördüğümüz noktada kendimizle olan kavgamız var ise hemen noktalamalı ve önce insanın kendisiyle sonra bağlı bulunduğu toplumla ve tarihiyle barışması gerekiyor. Hammer’den tarih okuyarak Osmanlı’yı değerlendirme hastalığına düşenler elbette iç oğlan, cariye, bazı padişahların işret hayatına düştüğü gibi yalan yanlış, uydurma tarihe hakikat gözüyle bakacaktır.

Belki de bu yüzden bir sonraki yazımız Hammer tarihçiliği üzerinden bazı iftiralara kısa kısa da olsa cevaplar vermek olmalı. Hammer’den beslenmeden yazan merhum Ziya Nur Aksun ve merhum Mehmed Niyazi Özdemir gibi iki güzide tarihçimizi de hayırla ve Fatihalarla yâd etmeliyiz.

Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Halil Ünalcık , 02/06/2020

    Kimse kusura bakmasın ama davut bayraklı tarihçiliği üzerine tanımam. Bizim nesile tarihi sevdiren kişidir. Konuşan tarih serisiyle o kadar konuşturdu ki tarihi, bülbül gibi şakıdı tarih. İnsanlık tarihi konuşan tarih ile başladı dersek az bile söylemiş oluruz.

  • Çirkin kadın lobisi , 02/06/2020

    Tamam hammerdan okumayalım da ahmet şimşirgilden de okumayalım ne kadar tarihi bizden olmayanlardan okumak yanlışsa da göğe çıkaranlardan da okumak o, kadar yanlış zannımca zaten bu şahıs şimşirgil konuşunca övüşe geçince fenalık geçiriyorum sanki mücveri yoğurtsuz yemiş gibi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir