
Bizi, kentlerin şehirlerden daha iyi olacağına inandırmaya çalışıyorlar. Kuleler, yollar, parklar, çarşılar… Bizi, zorunluluk adına değişime karşı koymadan gönüllü bir biçimde kente dâhil olmaya yönlendiriyorlar. Bize, bizim büyüdüğümüz topraklara yabancı gözüyle bakmayı öneriyorlar. Bize, şarkını unut diyorlar ve şiir beş para etmez!
Bize unut diyorlar… Günü yaşa, anı yakala, zaman geçiyor, bir kereden bir şey olmaz, bir daha mı dünyaya geleceğiz diyorlar… Bize susmadan bir şey diyor ve zihnimizi ilan panosuna çeviriyorlar. Filmlere yerleştirilmiş ürünler gibi, düşüncelerimize ısmarlama cümleleriyle müdahale ediyorlar.
Bizi olmadığımız, olamayacağımız, olmayı bile aklımızdan geçirmediğimiz, geçiremeyeceğimiz kişilerin rollerine büründürmeye çalışıyorlar. Hazır giyimiyle, hazır yiyecek ve içecekleriyle, hazır şarkıları ve sözleriyle, hazır düşünceleri ve yaşantı biçimleriyle bize örülmüş bir hazır hayatı yaşamamızı istiyorlar. Çünkü biz, onlar için istatiksel bir veriyiz, tüketiciyiz. Ve de öyle olmalı, her zaman tüketmeli, hazıra konmalıyız. En iyi, en süper, en mükemmel ve en hatasız, en yakışıklı, en güzel biziz. Bize dayattıkları bunlardır sevgili oğlum.
Biz beşeriz. Beşeriyet sıfatımızla bu dünya üzerinde “böbürlenmeden yürümeliyiz” yani yaşamalı, ayaklarımızın topuklarını yere kibirli bir biçimde vurmamalıyız. Velev ki toprak incinir. İncitmemeliyiz toprağı bile.
Bize sunulan “hazır kalıplar” ve “hazır kodlar” ile değil, kendimiz kalarak, kendimiz isteyerek, kendimize kendimizi yakıştırarak yürümeliyiz bu hayatta. Bize hazır kalıplar uymaz, uymamalıdır da. Her şeyin hazırına konmak bizim lügatimizde olmamalı, emek vermeli, çaba göstermeli, alın teri dökmeliyiz. Çünkü emek vermeden, alın teri dökmeden bir şeyleri elde etme işi şaibelidir. Biz açık ve net olmalıyız, bu açıklık ve netlik erdemli yaşantının getirisidir. Bize babalarımızdan miras kalan budur. Bu mirası devri daim ettirmeliyiz, benden sana, senden de çocuklarına ve onlardan da kendi çocuklarına…
Zaman akıyor, zaman izlerini insanlara damgalar vurarak sürdürüyor. Hepimizin bir çeşit damgası oluyor zaman içerisinde, bu damgalarla ölüme, hakikatimize yaklaşıyoruz. Ölüm, hayatın sağlaması oluyor.
Değişiyoruz gün geçtikçe. Hayata, uyumun adı oluyor bu. Ama özden kopmadan, kendimizi, aslımızı, ne olduğumuzu bilerek değişmeliyiz. Aksi takdirde değişim rüzgârına kapılmak bir tür felaketi olur insanın.
İtalo Calvino, “Görünmez Kentler” adlı eserinde Fedora adında bir kentten bahseder. Bu kent, değişimin cazibesi neticesinde kendinden uzaklaşıp bambaşka bir hale bürünmenin adı olmuştur. Calvino bu kenti ve kentin büründüğü hali şu cümlelerle aktarır:
“Gri taşlı metropol Fedora’nın merkezinde, her odasında cam bir küre bulunan büyük, metal bir bina var. Her kürenin içine bakıldığında başka bir Fedora’nın modeli olan mavi bir kent gözüküyor. Şu ya da bu nedenle bugün gördüğümüz durumuna gelmeseydi, kentin hangi biçimleri alabileceğini gösteriyor bu modeller. Her dönemde, biri, bir zamanlar olduğu biçimiyle Fedora’ya bakarak, ondan ideal bir kent yaratmanın yollarını düşlemişti, ancak kurmaya kalktığı minyatür modeli henüz tamamlayamadan Fedora eski Fedora olmaktan çıkmıştı bile ve düne kadar kentin gelecekte olabileceği şey artık cam bir kürede bir oyuncaktı sadece.”
Bilal Can