“Piyanisti Vurmayın, Elinden Geleni Yapıyor”

Jorge Luis Borges, yazmaktan asla vazgeçemeyeceğini söylerken bir yazar olarak kaderinin, hep edebiyata dönük olduğunu itiraf eder. Acil bir soruna ya da bir iç gerçekliğe yanıt vermek için yazdığını dile getiren Borges, kendi adasında yaşayan bir Robenson olsaydı asla yazmayacağını da not düşer aynı satırlara.

Bu ifadelerden Borges’in yazı hikâyesi hakkında az da olsa ipucu ediniyoruz. Demek ki Borges’e göre yalnızlık olgusu, insanın başkalarıyla bir şeyler paylaşma hissini öldüren bir şeymiş. Gerçi Robenson gibi bir adada olmadığım için bu soruyu nasıl cevaplayacağımı bilmiyorum. O kadar yalnız ya da o kadar soyutlanmış birisi olsam ben de yazar mıydım? Her şeye rağmen yazmaya devam etsem ne yazardım, nasıl yazardım? Belki de kelimelerimiz edebiyattan çok insanın boğazında düğümlenen çığlıklara dönüşürdü. Belki ama… Bunun cevabını inanın ben de bilmiyorum.

Madem Borges’in dediği gibi Robenson değiliz ve dünya edebiyatındaki diğer yazarlar da değiller, o zaman onları biraz daha dikkatli okumakta fayda var. Ama yazan ve yazılan arasında bir denge kurma fikrini nereye koyacağımızı bilmiyorum. Uzun zamandır bu soruna bir çözüm arıyorum. Elbette böyle bir sorunun varlığını dile getirdiğim için, yüzde yüz bu sorun vardır demiyorum. Bu, bana göre var olan bir sorun. Bir başkası için ortada bir mesele olmayabilir. Ancak yazan, yazılan ve okuyan üçgeninde her uç birbirine değmeli diyor insan. Bu vesileyle arada bir boşluk kalmamalı, satır aralarına gizlenen bir şeyler varsa ortaya çıkmalı.

***

Karanlık hikâyelerin ustası olarak ünlenen Edgar Allan Poe, yazar ve yazı arasına alkolü sıkıştırmış bir adamdı. Denebilir ki karanlıktan ziyade alkolle başı dertteydi. Hayatı boyunca borçlu olmaktan kurtulamamıştı. O yüzden de her zaman alacaklılarından bir adım önde olmak zorunda yaşadı. Bu arada alkolik olma sorununu çözmek adına, mesafesini koruyup bir adım geride olmaya çalıştı. Şimdi sizler, dikkatli birer okuyucu olarak, yazarın hayatına böylesine sinen, gündelik yaşamını şekillendiren iki durumun eserlerine yansımamasını düşünebilir misiniz? Yazar ve yazılan ilişkisi belki de tam burada başlıyor. Poe özelinden meseleyi biraz genele alırsak afili bir soru çıkarabiliriz: Yazar, olmasını istediği şeyleri mi, yoksa olacağını düşündüğü şeyleri mi yazıyor? Hikâyelerde yer alan karakterler, yazarın hayatından ne kadar bağımsız? Sevdiği, sevmediği, gıpta ya da nefret ettiği insanlar eserine girmiyor mu? Giriyorsa isim veya kılık değiştiriyor mu?

Yazarların her yazdığını hayatlarında, her yaşadıkları şeyi de eserlerinde aramak gibi bir komplo teorisine düşme hastalığına kapılmadan durumu izah etmeye çalışıyorum. Her şey eserde olacak ya da her şey hayatta olacak diye bir kaide yok. Örneğin Charles Dickens, tuhaf uyku alışkanlığı olan bir adamdı. Büyük Umutlar’ın yazarı olan Dickens, yatağa uzandığında yüzünü mutlaka kuzey kutbuna doğru dönermiş. Gerçi ben, bu hadiseyi bizzat görmüş, Dickens ile konuşmuş “Ne yapıyorsun sen böyle? Neden normal insanlar gibi uyumuyorsun Charles?” demiş değilim. Ama onun için yaygın olarak söylenen bir şey bu. Yatağa bile böylesine tuhaf giren bir adamın en fazla vakit geçirdiği yerin kimsesizler morgu olması daha mı az şaşırtıcı? Belki yazarımız romanları için buralardan bir şeyler devşiriyordur, eserlerinin tamamını okumadığım için bu soruyu net olarak cevaplayamam. Ama etrafında yazan, çizen birçok kişi olarak şunu diyebilirim, bizim arkadaşlarımızın hiç birisi kimsesizler morgunda ya da kimsesizler mezarlığında zaman geçirmiyor.

***

“Sivil İtaatsizlik Teorisi” ile tanıdığımız Henry David Thoreau, suyu sadece içmek için kullananlar sıralamasında belki de adı en başa yazılacak olanlardan. Nadiren banyo yaptığı görülen yazarımız saçlarını da hiç taramaz, doğal seyrine bırakırmış. Genelde yamalı elbiseler giyen ve suyun varlığından yola çıkarak banyo yapmayı keşfedemeyen yazarımız ne hikmetse ilk üzümlü ekmeği yapmayı bulabilmiş bir talihli kuldur. Amerikan edebiyatının gerçek anlamda uluslararası üne kavuşmuş ilk şairi olarak gösterilen Walt Whitman, Thoreau gibi değilmiş. Suyun banyo yapmak için kullanacağını keşfeden şairimiz ABD Başkanı Abraham Lincoln’e aşk şiirleri yazmadığı zamanlarda banyo küvetine girip bağıra çağıra şarkı söylermiş.

***

Benim en çok dikkatimi çeken bir diğer isim de Lewis Carroll olmuştur. Carroll, kendisini dünya çapında üne kavuşturan eseri “Alis Harikalar Diyarında” ile bilinse de, ben onun daha çok, insanlar tarafından az bilinen yönleriyle ilgileniyorum. Matematik dehası olan bu sıra dışı yazarın kelime üretmekte üstüne yoktu. Hatta şu an İngilizcede onun uydurduğu onlarca kelime halen kullanılıyor. Bir diğer özelliği de kütüphanelerde kitapların daha rahat bulunması için cildin sırtına eserin ismini yazma fikrine hayat vermesiydi. Scrabble diye bilinen ve birçoğumuzun oynadığı oyunun ilk örnekleri de yine Carroll’a ait. Küçük bir detay daha verelim, kendi icadı olan üç tekerlekli bisiklet yazarın en sevdiği ulaşım aracıymış.

Lewis Carroll aslında yazarın takma adı. Gerçek adı Charles Lutwidge Dodgson idi. İyi bir matematikçi olmasının yanında mantıkçı ve fotoğrafçı özelliği de vardı. Ancak beni en çok şaşırtan yanı onun bir Anglikan papazı olmasıydı. Vücut yapısının biraz asimetrik oluşu, garip ve fazla dik duruşu olduğu söylenen Carroll, bir diz sakatlığı geçirmişti. Bu tuhaflıkları da geçirdiği rahatsızlığa bağlayanlar olmuş. Küçük bir çocukken geçirdiği ateşli bir hastalık sonrası, bir kulağı duyma yetisini kaybetmiş. 17 yaşına geldiğinde ise ağır bir boğmaca geçirmiş ve bu durum hayatının geri kalanında yakasını bırakmayan göğüs hastalıklarına davetiye çıkarmış. Ama bunların yanında onun başka bir sorunu vardı: Kekemelik. Bu durumu her zaman bir felaket olarak algılansa da Carroll, bunu tereddüt olarak tanımlıyordu. Çocuklarla konuşurken hiç kekelemeyen yazarın büyük insanlarla konuştuğu zaman kekemelikten kurtulamadığı da söylenir. Hayatı boyunca bu kadar badire atlatan bir adamın yazı masasında tuhaflıklar aramak zahmetine belki de bu yüzden girmedim. Yaşamı içindeki tuhaflıklar yeter gibi geldi bana.

***

Son olarak küçük bir not düşmeliyim buraya. Sanat eleştirileri noktasında uzun uzun bir şeyleri eleştirenlerin yazılarını sıkıcı bulan birisi olarak, keskin zekânın ürünü olan kısa eleştirileri her zaman takdirle karşılamışımdır. İrlanda asıllı yazar Oscar Wilde, ABD’ye yaptığı bir ziyarette tam da benim dediğim gibi bir eleştiri yazısı görmüş. Muhtemelen Wilde, hayatı boyunca bunun gibi mantıklı bir eleştiriyi bir daha görmemiştir. Yazı da gayet kısa ve net: “Piyanisti vurmayın. Elinden geleni yapıyor.”

Davut Bayraklı

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • gezenotelci , 28/03/2019

    Gerçekten güzel bir yazı olmuş. Farklı dünyalardaki yaşamlardan bir potbori sunmuşsunuz. Teşekkürler ederiz zamanımızı güzelleştirdiğiniz için.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir