Hayattan kaçıp serinlemek için girdiği nehirde boğulan pembe karınlı beyaz yanaklı Cava serçesinin hikâyesidir bu. Ona göre tüm suç; çatlak topuklarını yarıklarla bezenmiş rahvan gövdesine sardıkları ceviz ağacını semiren aç zerdali çocuklarınındı. O güne değin hiçbir canlı onlar kadar alçalmamıştı. Dillerini burunlarına ulaştırmakta pek mahir olan bu veletler, sümüklerini yalayarak yamanıyor, tırmanıyorlardı dallarına. İpliksi ruhları fersiz, an be an sıfırlanan hafızaları çirkindi. Çıplak ayaklarındaki kuru parmakları cesur bir dirgen misali baş kaldırıyor, pörsümüş derileri başıboş olduğu halde sarkıyordu. İlk bakışta onlara ürkütücü bir görüntü veren yarasa kollu şeffaf pelerinleri, ihtiyaç duyduklarında uçabilmelerini sağlıyordu. Ağacın gövdesini tırnaklarıyla çimdiklerken kimileri, bazıları birbiri ardınca savurduğu kafa darbeleriyle yaprakları titretiyordu. Neden böyle yaptıklarını hâlâ çözmüş değil Cava Serçesi. Bildiği tek şey; kalplerinin amansız, kuru bir hırs ile dolu oluşuydu.
Çalılar, serviler ve söğüt dalları, olan biteni hiçbir şey yapamadan izlemek zorunda kalmıştı. Minik serçenin üzerinde gezinmekte tarifsiz bir heyecan duyduğu yumuşak dallar, bir süre sonra hırıltıyla kırılıp yere serildi. Üzerine üşüşmüş bulunan çocuklar kanat çırparak uzaklaşıp kayboldu. Didilmiş yapraklarda salyalarından başka bir şey bırakmamışlardı. Sağılmış bir ceviz ağacı çırılçıplaktı. Kuşlar çocuklardan korkuyordu. Ömürlerini, dar kovuklara taze yaşam alanları kurup, sahipsiz zihinlerini oturma odalarına kilitlemeleri de bu yüzden değil miydi?
Masum serçe, avuçluk vücudunu nehrin kenarına sıkıverirken, yerkabuğuyla paralel sarsılmakta olan şey, batkın düşünceleriydi. Bir berraklaşıp bir koyulaşan suyun üzerinde umarsızca demlenen kılı çöpü izlemeye koyuldu; çırpınan alaca bir kelebek, taşlara bulanan yosun parçaları ve kulağındaki iniltisiz çınlama… Hepsine rağmen, serin esinti, alnındaki çiziklere kadar işleyen endişeyi bıçak gibi kesti. Gönlü enikonu huzura boyanıyordu. Kendini hiç olmadığı kadar güvende hissederken, kötülüğün geri dönebileceğini aklından bile geçirmeyerek belki de yaşamının en büyük hatasını yapıyordu.
Derken, çocuklar yeniden belirdi. Gizlendikleri yerden su gibi sağlı sollu akıyorlarken, kırık, hunhar gülümsemeleri soluğunu kesmeye yetiyordu. Üzerinde oturdukları atlarla beraber şimşek hızıyla bulunduğu yere hücum ettiler. Kaçmalıydı. Evet, döneceği güne kadar kaybolmalıydı ortalıktan. Kanatlarına yüklendi, olmadı. Koşmak istedi, dizlerinde derman bulamadı. Kanatlarından tutup tokatladılar önce. Yumruklar, tekmeler yağmur gibi indi omuzlarına. Sonra, başına inen her taşı, koleksiyonunun parçası yapmakla meşhur yanık yürekli serçeyi hiç bir savunmaya vakit bırakmadan gümüş bir kamayla baştan aşağı ikiye böldüler. Bunu yapanlarken hepsinde bir kasabın ihtişamı, bir şaşkalozun iştihası görünüyordu. Son bir kez daha el atıp direnmekte ısrar eden eklemlerini tüm ağırlıklarını vererek kopardılar. Bunu neden mi yapıyorlardı? Şöyle söyleyeyim ağabeyime; yaşadığı memleketlere sırtını dönüp uzaktaki çöl yeline gönül vermek, küresel yasaların hepsinde suçtu da ondan. Ve her suçun karşılığını kanunlar değil, “ağırlıklar” belirliyordu. Devrildi iki yanına. Yüzündeki ağartı, gözlerindeki mahmurluk, ecelini kaçırma korkusuyla vakti süzen yaşlı bir bercesteyi anımsatıyordu.
Vurdular, böldüler. Kaç parça edildiğini yalnız cellâdı bilebildi. O ise cellâdının kim olduğunu bile öğrenememişti. Çünkü cellâdın, kimliği belirsiz kişi yahut kişilerce ayağına bağlanan yüz elli kiloluk kepez taşıyla birlikte nehrin dibini boylatıldığı yazıyordu. Her şey bir gece vakti, halkın çocukların şerrinden korunmak için evlerine çekildiği bir anda olmuştu. Bu şehirde çocuklar, kuşları cellâtlara, cellâtları ise zerdali ağaçlarına öldürtüyordu. Döngü asırlardır devam edegelirken kazanan hep tüccarlar oluyordu.
Kör olası damak tadı, kör olası bankalar… Açılası ağaç kovukları üzerime…
Cellât kaderini yaşadı. İsimsiz bir taş koydular başucuna. Etrafındaki mezarlardan her gece ağıtlar yükseldi. Ne “Elham” okuyanı oldu üzerine ne de sol yanına bir susam çiçeği ekeni. Yazgısını yaşıyordu canlı ve cansızlar. Ol diyordu; ağacın, nehrin, atların ve ne eksiltebilip ne de üzerine koyabildiğimiz zamanın Rabb’i olan, o da oluveriyordu…
Bizim serçeye ne mi oldu peki? Şöyle arz edeyim; bir zamanlar güneşe diklenen portakal renkli dudakları aç çocuklar tarafından ince ince siftinmişti. Görgü tanıklarının ifadesine göre, koyun boğazlar gibi boğazlanmıştı. Belerip tavanda asılı kalan gözleri, bunca elicebindeliğe, onca musibete rağmen kâinatın hep genç kalmayı başarabilmesineydi. Son bir “kuf” sesiyle ruhunu teslim etti. Şakağından kayıp gelen beyninin iğrenç yapışkanlığı içerisinde bile duyduklarına hayret ediyordu. Bir hırıltı belki bir vızıltı belki de son dönemeçteki fırtınanın bağırtkan tutunuşları… Hayret, hareketi getirdi. Gözlerini bulmayı hayal ederek arandı. Bir grup henüz yeşermiş şakayığı buldu parmakları. Okşadı. Şakayık aylardan mayıs demekti. Bir mayısa baktı, bir eylüle. “Mayıslar ne kadar da zor” diyerek iç geçirdi. Mayıs ile dirilip yeşermek varken, eylül olup çürümek ne kadar da acı!
Kararmış dudaklarını, kırık dişleriyle ısırdı. Kanının sıcaklığında küçük bir huzur olduğunu biliyordu fakat onu dahi bulamıyordu nedense. Damağında kekremsi bir tat, elleri soğuk, tırnakları çizik… Diğer yanının sürünerek bir yerlere doğru ilerlediğini, ancak X marka kanvas pantolonunun hışırtısından anlayabildi. Âhh, işte böyle efendim, tırnaklarını bile gömmediler. Tırnaklar gömülmelidir oysa!
Sonra, bir yanı, gide gele açılmış tozlu patikayı takip ederek gözlerden kayboldu. “Belki” dedi kendi kendine; “hesabı yapılmamış bir hadsizlik” beni diriltecek olan. Dudakları kasıldı. Çekingen parıltılar saçarak çoğalan ışığa dalarak topraktan usulca sıyrıldı. İrili ufaklı rüzgâr oyunları ensesini yaladı. Kirpiklerinin tenine vurduğunu hissedebiliyordu. Önündeki kayalar büyük ve şekilli olmalıydı. Bir hamle daha… Önce çapraşık gölgeler, ardından geniş verandalı, birkaç eşik geçilerek içeri girilen sivri kemer kapılı bir ev. Reyhan çiçeklerinden kıvrılan çalımlı bir koku geziniyor musandıralarında. Camlarına düşen Güneş, gözlerine aksediyor. Geceyi ardına aldı ve usulleri derdest ederek yaklaştı.
Tak, tak..!
“Açın kapıyı.”
İçeriden; “Kimsin” dedi hırıltısız sesin sahibi.
Düşünmeden cevapladı; “Ne önemi var?”
“Ne istiyorsun?”
“Kapıyı açmanı.”
“Peki, niyetin nedir?”
“Seni öldürmek!”
“Sebep?”
“Yeniden dirilmek.”
“Neyin vardı?”
“Çok şeyim.”
“Neyin kaldı?”
“Hiçbir şeyim”
Kapının mandalı ufak bir tıkırtıyla yerinden oynadı.
“O halde, gel!”
Kerim Kolat
1 Yorum