Romanlarda okuduğumuz karakterlerin başına gelen acılı olaylar sebebiyle neden üzülür ya da ağlarız? Hâlbuki bu olay ve karakterlerin gerçek olmadığını ve bir kurgudan ibaret olduğunu biliyoruz. Sonuçta okuduğumuz bizim gibi bir insanın zihninde kurguladığı bir metinden ibaret.
İnsanı en çok üzen olaylardan biri de hemcinslerinin başına kötü bir şey gelmesidir. Çünkü başkasının başına gelen olayın kendinin de başına gelebileceğinin farkındadır. Bu acılı olayın bir romanda ya da gerçek hayatta olmasının ise farkı yoktur. Sadece acının tonu ve süresinin farklılığı sözkonusudur. İnsan her şahit olduğu ya da okuduğu kederli olayda kendi kederini daha doğrusu kederlenebileceğini hatırlar ve üzülür. İşte romanlar kederleri/dertleri insana hatırlattığı için gerçekmiş gibi algılanır ve insanda duygulanmaya sebebiyet verir.
Duygudaşlık, iki insanı birbirine bağlayan doğal çekim ya da kaynaşma olarak tanımlanır. Duygudaşlar birbirlerinin halinden anlar, sevinç ve üzüntülerine ortak olurlar. Duygudaşlık bir yakınlık doğurur ve bu sebeple diğer kişinin acısını kendi acımız, sevincini kendi sevincimiz gibi yaşarız. Fakat duygudaşlıkta iki kişinin de aktif olmasına ihtiyaç yoktur. Kişi kendi ile özdeşleştirdiği kişinin duygularını yaşayabilir ama karşısındaki kişinin bundan haberi bile olmayabilir. Roman okurken karakterlerle kendimizi ister istemez özdeşleştiririz. Hele de romandaki karakterlerin başına gelen olaylar, bizim başımıza da gelmişse özdeşleşme en üst seviyede yaşanır. Artık bir ortaklık söz konusudur: Dert ortaklığı. Bu dert ortaklığı sebebiyle romanda anlatılan karakterlerin yaşadıkları bizi üzer ve hatta ağlatır. Artık o roman salt bir romandan ibaret değildir. Karakterler de sadece metinde var olan karakterler değildir. Okuyanın zihninde hayat bulmuş ve böylece duygudaşlık seviyesine çıkılmıştır.
Sait Faik, “Edebi eserler insanı yeni ve mesut, başka, iyi ve güzel bir dünyaya götürmeye yardım etmiyorlarsa neye yarar?” der, ki haklıdır ama edebi eserler aynı zamanda okura içinde bulunduğu kuyunun farkındalığını kazandırır. Ve bu kuyu hiç de mesut ve güzel bir dünyaya açılmıyor olabilir. Zira her kuyu bir düşüşü imler. İstenmeyen yerdir kuyu. Düşüldüğü için yara ve berelere sebep olan karanlıktır. Roman karakterleri kendi kuyularından okurlara selam verir ve her okurun bir kuyusu olduğunu işaret eder. Kuyusunun farkına varan da okuduğu romandan etkilenir. Karakterin başına gelen kötü olaylar sebebiyle üzülür. Zira o karakterde kendisini görmektedir.
Söz, gerçeğin ilk halidir. Gerçek ise yazının/sözün elbise giymiş ve müşahhaslaşmış şeklidir. O halde romanlarda anlatılan insana dair her hikâye bilkuvveden bilfiile çıkmak için kaderini bekler. İnsanın bildiği de budur. Bilkuvvve olanın bilfiile dönüşeceği bilgisi… Bunu açayım: varlık; sözlü, yazılı, zihni ve gerçek olarak dörde ayrılır. İlk üç varlık derecesinin rüyası “gerçek” olmaktır. Yazılı varlık bir romanda gözükür ve okur tarafından okunduğu anda zihni varlık seviyesine yükselmiş olur. Ufukta ise gerçek varlık olma isteği vardır. Okur bu isteğin potansiyel gerçekleştiricisidir. Bu sebeple romanlardaki karakterler okurlarını etkiler ve acılarına ortak ederler.
Her roman, okuruna bir dünya sunar. Bu, yeni ve deneyimlenmemiş bir dünyadır. Bu sebeple, okuru kendi dünyasını terk edip sunduğu hayali dünyaya çağırır ve metnin gücü nispetinde de bunu başarır. Okurun önünde yeni bir pencere açılır ve böylelikle hayali dünyanın kahramanlarına dokunmaya başlar. Dokunmak ise duygulanmaya sebep olur. Okur kendisine sunulan dünya sayesinde içinde bulunduğu hayatın sınırlarından kurtulur, özgürlüğü hisseder ve benliğinde bir dönüşüm başlar. Dönüşüm kendini ilk olarak duygularda gösterir.
Sözün özü, kelimelerin de bir ruhu vardır. İnsan, kendi hayatında etkili olan kelimelere denk geldikçe hayatında bir canlanma olur. Duyguları ayaklanır. Kelimelerin ruhu, insanın ruhuna değer.
Sulhi Ceylan
5 Yorum