Hatay denilince aklıma Habib-i Neccar Camii, Eski Antakya Evleri, Harbiye ve Tarihi Affan Kahvesi geliyor. Habib-i Neccar Camii bende bir haşyet duygusu uyandırır. Fakat tam gülümseyecekken birden duraksarım çünkü bu duygu ağzımda yanlışlıkla dilimi ısırmışım da kanıyormuş gibi bir tat bırakır. Sebebini bilmiyorum. Belki de savaş coğrafyasına yakınlık… Eski Antakya Evleri’nin sokaklarında yürümeye başladığımda Akdeniz’de olduğumu fark ederim. Her köşe başında rüzgâr farklı bir yüzünü gösterir ve sırtımı okşar, bazen de kulağıma bir şeyler fısıldar. Bu sokaklarda herkes anonimdir ama yine de yabancı gibi hissetmezsiniz. Harbiye şehrin Karadeniz’i. Samandağ’a gidip bir rampadan aşağı indiğinizde yemyeşil bir Psödo-Karadeniz ile karşı karşıya kalırsınız. Sabah çok erken ya da gece çok geç saatlerde üşüyebilirsiniz. Suyun soğukluğunu, çıplak ayakla bastığınızda ensenizden hissedersiniz. Tarihi Affan Kahvesi şehrin simgelerinden biri. Tarihi olurken işlevsel olma özelliğini de koruyabilen bu tip yerleri her zaman çok sevmişimdir. Ayrıca hem halka hem ziyaretçilere hitap edebilecek bir konsept oluşturabildikleri için sahiplerini tebrik etmek gerekir. Servis çok hızlı. Çalışanları güler yüzlü ve muhabbetşinas. Yazın gelip da Haytalı yemeyenleri Antakya’ya uğramadı desek yeridir.
Bu şehrin insanları “Festina lente!” ilkesini hayatlarının içine yerleştirmişler. Yani yavaş yavaş acele ediyorlar. Sabırsız ya da miskin değiller. Adana’nın aksine oturmuş bir şehirle karşılaşıyorsunuz. Antakya’nın yükünü çeken ana arterlerin başında Kurtuluş Caddesi geliyor. Bu caddeyi baştan sona yürürseniz günlük bütün ihtiyaçlarınızı karşılayabilirsiniz. Affan Kahvesi ve Habib-i Neccar Camii de bu cadde üzerinde. Uzun Çarşı’ya gidip Kâğıt Kebabı ya da Tepsi Kebabı yiyebilirsiniz. Eğer Asi Nehri’nin kıyısından yürümek istiyorsanız İnönü Caddesi size eşlik eder. Antakya’ya has serinleten ama üşütmeyen rüzgâra en iyi bu caddede aşina olursunuz. Hemen hemen her yerde künefeciler var. Ve en iyi künefeyi kimin yaptığı bilinmez. Esnaflar arasında bir kalite ya da tat farkı hissedemezsiniz. Bu işi tekeline almış bir işletmenin olmaması her an yeni bir tat keşfetme ihtimalini canlı tutuyor. Uzun Çarşı’nın içine girdiğinizde irili ufaklı kasaplar ve nispeten küçük fırınlar dikkatli gözlerden kaçmaz. Kasaplara gidip Kâğıt Kebabı ya da Tepsi Kebabı siparişi verdiğinizde hemen malzemeleri hazırlayıp en yakın fırına gönderiyorlar. 20-25 dakika sonra verdiğiniz sipariş gelmiş oluyor. En iyi kebabı kim yapar sorusunun da net bir cevabı yok. Her kasabın aşağı yukarı benzer malzemeleri kullandığı bilindiği için el lezzetine olan güven tercihte etkili oluyor. Esnafın çekişmediğini ve birbirlerine rakip gözükmelerine rağmen yardımlaştıklarını kolaylıkla hissedebiliyorsunuz. Görünmeyen ama hissedilen bu tür bir dayanışma şehre saygımı bir kat daha artırdı. Munis insanların memleketi denilebilir Antakya için.
Adana’dan Hatay’a Ceyhan-Erzin-Dörtyol-Payas-İskenderun üzerinden 3,5 saatte geldik. Saat 17.30 gibi Harbiye ile Antakya arasında kalan otelimize eşyalarımızı bırakıp şehrin havasını içimize çeke çeke Uzun Çarşı’ya geldik ve Turgay Kasabı’nda Kâğıt Kebabı yedik. Kebabın tadını beğendim. Tepsi Kebabı’na göre daha kuru olan bu yemek Hataylılar için atıştırmalıktır. Bizim içinse tam bir öğündü. Kasaplar müşterilere ekşi soğuk ayran ikram etme konusunda çok cömert. Çünkü yanında getirilen biberin acılığı herkesçe bilinir. Açık ekmeğin üzerinde servis edilmesi hızlı tüketilebilmesine de yardımcı oluyor. Kredi kartı sistemi henüz tam oturmamış. Nakit para taşımak bu bakımdan önemli. Buradan çıkıp Habib-i Neccar Camii’ne uğrayıp Affan Kahvesi’ne gittik. Haytalı sipariş ettik. Gül suyu, muhallebi ve dondurmadan oluşan bu tatlı kuş kanadı kadar hafif. Şimdiye kadar en iyi çayı burada içtim diyebilirim. Süvari kahveyi anmak gerek. Çayın ardından kapanışı yapmak için çok uygun.
Gece 23.00 gibi Asi Nehri’nin karşı tarafına geçip Büyük Antakya Parkı’nda yürümeye başladık. Banklardan birine oturup halkıyla bütünleşmiş bu şehrin güzelliklerinden konuştuk. Sonra taksiye binmek için yukarı yürüdük. Zamanında Bursa’da inşaat işçiliği yapan bir taksici Bursa’dan geldiğimizi duyunca bize anılarından bahsetti. Çalıştığı yerleri tarif etti. Hatay’ı sevip sevmediğimizi sorunca sevdiğimizi ve her fırsatta gelmeye çalıştığımızı söyledik. Otele bizi bıraktığında eski bir dostla sohbet etmiş gibi memnunduk.
Şehirlerin kimliklerinin oluşumunda birçok faktör etkili olabilir ama oluşan bir kimliği ancak sakinleri koruyabilir. Farklı kültürlerden gelen insanların oluşturduğu bu şehirde kendisiyle barışık insanların varlığı sezilebiliyor. En son ziyaretimin üzerinden salgın geçmesine rağmen Antakya’nın kendi dinamiklerini koruyabildiğini görmek benim için sevindirici oldu. Samimiliği iliklerinize kadar hissettiğiniz bu şehirde misafirperverlik üzerine kurulu bir hayatın olduğunu görebilmek için kaldırımlarda yürümeniz yeterli. Yoldan geçen birisine bir şey sormanıza gerek yok. O frekansı bir şekilde hissediyorsunuz. Kendisiyle baş başa kalmak isteyenler için ikinci bir memleket burası. Her şeyiyle. Hatay’ı koruyan şey, sakinlerinin burayı yaşanabilir kılmaya dair gayretleri bence. Dillendirilmeyen ama üzerinde uzlaşılmış bu olgu şehrin kimliğine her geçen gün daha da değer katıyor.
Sabah 8.00 gibi otelden otogara geçtik ve Antep yolculuğumuz başladı. Yolculuklarda bir müddet kendime döner ve kabuğumu içten kazımaya çalışırım. Yine aynısı oldu ve kendimi bir monoloğun içinde buldum: Bir kişiliğe sahip olmanın giderek zorlaştığı bir iklimde yaşıyoruz. Aynı zamanda bir kimliğe yaslanarak yaşamak da kutsanıyor. Düzen, tanımlamak ve gruplamak üzerine kurulu. Bu durum insanların kendi hayatlarında “süre” almalarını engelliyor ve kişiler hayatlarının içinde sadece “zaman” geçiriyor. Birey önceden oluşturulmuş bir kimliğe göre yaşamak yani kendine has bir kişilik oluşturmak istediğinde azınlıkta kaldığını hissediyor. Yeryüzünde insanlığın işlerini yürütürken kullandığı parametre çoğunluk… Yani sayıca fazla olma. Bu da yeryüzünün tamamına hâkim bir zaaf… Ne kadar çoksan o kadar haklısın! Bir sorunla karşılaşıldığında kimliği ile yaşayanlar sorumluluk hissetmezler çünkü onlar bu kararı vermedi. Aslında kimliklerinin bir gereğini yerine getirdiler. Hâlbuki kişilik oluşturma çabasındaki insanlar sorumluluklarını bireysel olarak hissederler ve bu onlara katma bir değer olarak geri döner. Bedel ödemek istemeyen insanların sığındığı paradigmaların hepsi reel-politiğe kimlik olarak yansır. Bedel ödediğinizde ise kişiliğinizde değişimler meydana gelir. Acı çekersiniz. Ve her acı yeni bir doğumdur.
Muhammed Furkan Kâhya