İsmim Ayhan Güral. 13 Nisan 1951 İstanbul doğumluyum. Ailem göçmenmiş. Hayat hikâyemizin benden önceki sayfalarını, annemin ben yatmadan önce fısıldamasını dilerdim. Dedem ve anneannemin hikâye ve himayeleriyle büyüdüm. Ben ailemi hiç görmedim.
Çok hikâye dinledim dedemden. Ama ne zaman annemi ve babamı sormak, dinlemek istesem ağlamaklı olurdu. Ben, bazı duyguları idrak edemeyecek yaştaydım o zamanlar. Birkaç yıl sonra da göz pınarlarımın kuruduğunu öğrendik. Suni gözyaşı tarımı gibi bir operasyon geçirdim. Sonra pek de lazım olmadı zaten ağlamak. Toplumun bana ‘büyüdün’ mesajını verdiği yaşımda, ben zaten yeterince tecrübeliydim yaşamaya.
Az hasarlı bir çocukluk geçirdim. Sokak hayatım azdı. Az koştum ve az düştüm. İlk yara izlerim, bir diz kanamasından fazlasıydı. Anneannemi mutfakta izler, dedemin bulmaca çözüşüne hayran kalırdım. Dedem, bilge bir adamdı benim için. Boru sesi ‘ti’ idi mesela. Eski dilde öpücük ‘buse’ ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin kısaltması ‘BAE’.
Meşguliyetlerimden şikâyet edecek değildim. Ama parka gitmek istemeyi belki isterdim. Çağın bir çocuk için gerektirdiği hiçbir şeye meylim yoktu. Belki inanmayacaksınız ama bulduğum ansiklopedilerden -ki okumayı erken yaşta dedemden öğrendim- bilinmedik varlıkların Latince isimlerini ezberliyor, sokakta kendi kendime, yeni bir dil bulmuş gibi sayıklıyordum.
Zamanla sokağımıza alıştım. Top sahası olarak kullanılan ufak bir arsa vardı. Benimsemiştim. Tüm pencereleri gazete ile kaplanmış, tek katlı bir ev vardı top sahamızın ilerisinde. Korku ile uzaktan baktığımız, her peri masalında hatırımıza gelen bir ev. Terkedilmiş olması muhtemeldi. Çünkü bugüne kadar, penaltılara giden maçlar boyunca dahi oraya giren ya da çıkan hiç kimseyi görmemiştik. Futbolla pek aram yoktu ama yaşıtlarımın bir amaç için koşuşturmasını izlemek hoşuma gidiyordu. Pazardan dönen teyzeler ve anneannemle dedem de buradan geçiyordu bazen. Ben işte küçüklükten, seyrederek ve dinleyerek sıyrıldım.
23 Temmuz 1986’da dedem ve anneannem çoktan ölmüş, ben mahalleye mühendis olarak dönmüştüm, bir iş gereği. Çocukluğumuzun perili köşkünün yerine, bir apartman dikmek için. Top sahamız yerini Burçak Sitesi sakinlerine bırakmıştı ve hatta bir de halı sahası vardı içinde. Bizim çocuklar görse sevinirlerdi. Ben pek sevinemedim. Anneannem ve dedemin pazardan elleri dolu döndüğü yol artık asfalttı. Benim oturup dünyanın dönüşünü seyrettiğim yer ise kaydırak.
Köhne kalmış bir tek perili köşk vardı etrafta. Kısmet ki, burayı betonlaştırmak benim görevimdi. Korkmakta pek de haksız sayılmazdık küçükken. Etrafı ulu ağaçlarla kaplı, bahçeli ve tek katlı bu evde hiç bir yaşanmışlık belirtisi yoktu. Ve artık anılarımı bir kenara bırakmalıydım.
Bahçe kapısından içeri girdiğimde, belki elli yıllık bir salıncak karşıladı beni kapıda. Bu anı daha önce yaşamış gibi oldum. Yangından ve bakımsızlıktan zor ayakta duran bir evdi bu. İçeri girdim. 3 odası vardı. Bir yandan çatıdan bir şeyler düşmeyeceğinden emin olmak için yukarı bakıyor, diğer yandan odaları dolaşıyordum. Dış kapıya en uzak odaya yöneldim, içeri girdim. Adımımı attığım anda bir cam kırıldı ayağımın altında, bir çerçeve. Eğildim, çerçeveyi yerden aldım. Annem ve babamın resmini cebime koyup evden çıktım.
Gözyaşı tarlama hasat mevsimi gelmişti.
Bilal Taş