Bir ikindi serinliğinde kırlangıçların şarkısıyla adımlıyorum yollarda. Bilmediğim bir şehirde hiç bilmediğim kadar yalnızım. Rüzgâr bir koku getirdi burnuma hanımeli gibi ya da ıhlamur. Bilmiyorum adını. Bilmediğim koku bana çocukluğumun geçtiği ahşap evin avlusunu hatırlattı. Dut ağacının gölgesinde oynadığım oyunlar, üç tekerlekli mavi bisikletim, saçları olmayan et bebeğim, karanlığından korktuğum akşamlar, odalarında yürüdükçe gıcırdayan yorgun ahşap ev. Kendine has bir kokusu vardı evin, ahşabın eşyalara sindirdiği bir koku bir duruş. Her şey yerlerinde uyum içindeydi. Gevezelik ettiğimde koltuktan koltuğa zıplardım ev sallanır, karanlıktan korktuğum zamanlardaki gibi olurdu içim. Hemen yerime otururdum. Yaşlanmış eve eziyet etmemeliydim.
Bazı akşamlarda karanlıktan korkardım, kimseye bir şey söylemeden bir şeyler bahane eder, ağlardım. Annem şefkatli kollarında avutmaya çalışırdı beni ama yine de ben her seferinde karanlıktan korkar ve ağlardım. Babam hep bilmediğim uzaklara giderdi. Anneme babamın neden gittiğini sorduğumda çalışmaya gittiğini söylerdi, kabullenirdim. Babamın gittiği yerlerden getireceği hediyeleri beklerdim büyük bir umutla. Babamın yokluğunda oyunlar oynardım, geceleri annemle uyurdum, avluda üç tekerlekli mavi bisikletime binerdim, onunla her yere gidebileceğimi sanırdım. Hayallerimde giderdim de. Benim bilmediğim ama babamın gittiği o uzaklara gidip babamla buluşurdum, birlikte uçurtmalar uçurur elma şekerleri yerdik sonra ben eve dönerdim.
Tam akşam oluyorken gökyüzünün kızıllığında gelirdi babam gittiği şehirlerden. Uzak şehirlerden getirdiği torbalarda mutluluk olurdu, bir ömür yeteceğini sandığım kadar çok mutluluk… Bir de babamın gelirken getirdiği kartpostallar vardı. Her şehirden bir kartpostal… Annem o kartpostalları büyük bir özenle albümün ilk sayfasına yapıştırırdı. Babamın gittiği yerler diye düşünüp gururlanırdım. Babam yokken o kartpostallara bakardık büyük bir özlemle. Babamı güzel şehirlerde düşünmek bana iyi gelirdi. Annem albümü dolabın en üst gözüne saklardı, haklıydı da içinde onca mutlu anı durduran, geçmişi unutturmayan bu sadık eşyaya hürmet etmemek haksızlık olurdu. Albüm bir misafir geldiğinde dolaptan çıkarılır fotoğraflar tek tek anlatılır gülümsenir, kederlenilirdi. Benim için o albüm büyülü bir dünyaydı. Her görüşümde, her elime aldığımda ruhumun derinliklerine kadar hissettiğim çocukluk mutluluklarımdan biriydi.
O zamanlar dünyada bu kadar acı, bu kadar yalnızlık ve kötülük olduğunu bilmiyordum. Çok küçüktüm ama ruhum kocamandı ve her yere ulaşabiliyordu. Avluda oyuncaklarımla oyuna dalardım, hep karanlık olduğunu fark ettiğimde içime çöken karabasanları kimseye anlatamaz anneme koşardım. Şimdi annem koşsam da yetişemeyeceğim kadar uzaklarda. Ahşap evimizin avlusunda kalan çocukluğum bir yaz yağmurunun ıslattığı oyuncaklarıma ağlıyor şimdi. Koşup koşup düştüğüm avlu hayli yorgun gözüküyor. Merhametli dut ağacı bizi gölgesinde avuttuğu günleri unutmuş, yaşlanmış, bunamış… Tıpkı çocukluğumdaki gibi bir uçak geçiyor başımın üstünden, avluda bir oraya bir buraya koşup uçağa sesimi duyurmak istiyorum ama yapamıyorum. Çünkü ben de bu kirli dünyanın bir parçası oldum ve o günler çok gerilerde kaldı. Masumiyetimi ve çocukluğumu yitireli yüzyıllar oldu…