Sıcaktan uyuyamayan gece yolcularının Temmuz ayı mağduruyum. Doğduğumdan beri dünyanın kendi etrafında kaç tur dönmüş olabileceğini düşünürken, açık pencerenin hareket emaresi göstermeyen tülünün ardında serin bir dünya bulup, daralmış ruhuma birazcık da olsa bir nefes arası verdirebilmek umuduyla, sıcağın etkisiyle tonlar çeken başımı pencereden sarkıtıyorum. Sarkıtmama mukabil, serin bir hava uman yanım aşağı atlayıp tuz buz oluyor. Buzunu havaya savuruyorum, yapraklar üşüyor.
Huzur vermesi gereken şehrin sakinliğinin, sıcakla birleşip nefes almayı güçleştirmesine hayret etmiyorum belki ama buruk bir ruh haline bürünüveriyorum. Hayat var, diyorum. Ama buradan İstanbul kadar uzakta… Sonra üzerine ay lekesi bulaşmış karanlığa gözlerimden ışık kırpıp yıldızlar yamıyorum. İnsanlar buna gece diyor, bense güneşe biraz mola vermesi gerektiğini tembihlediğim anlardan biri olduğunu onlara söylemiyorum. Gözümü kapıyorum, her yer İstanbul oluyor. Deniz kokusu kirpiklerime selam verip burnumdan ciğerlerime akıyor, oradan kanıma süzülüyor. Yine, diyorum. Yine kanıma girdin İstanbul!
Gözlerimi daha sıkı kapıyorum. Aklıma ötelerden bir İstanbul özlemi düşüp, bacağını kırıyor. Koluna girip bahçedeki ağaçları tavaf eden kuşlardan birinin kanadına oturtuyorum. Kanat seslerinin boşluğa armağanı, vuslat kokan koyu bir girdap oluyor ve ben İstanbul’u düşlüyorum.
Tabelasını cilalayıp çocuksu bir neşeyle giriyorum şehre. Fethettiği ruhlar ordusuna bir asker ciddiyetiyle şapka çıkarıp her santimi yaşamak kokan yollarını, şehrin yaşlı ruhuna uygun adım geride bırakıp Moda’da tuzlu kayalıklara oturuyorum. Deniz müdavimlerinden bir dalgayı üzerimden aşırarak kendi dilinde samimi bir hoş geldin diyor. Ben de bulduğum en hoş şeyin İstanbul olduğunu fısıldayıp denize dalıyorum. Kulaç atmıyorum, bir an önce boğazın sularına sarılarak özlem gidermek için çırpınıyorum. İlk, kalabalık yapı krallığının yalnız ama narin prensesi Kız Kulesi’ne uğruyorum. Demli ve şekersiz çayımı soğumanın eşiğinden kurtarıp, üç yudumda İstanbul’da içilmiş şanslı çaylar kervanına katıyorum. Haydarpaşa, afiyet olsun, diyor. Sesinin ihtişamından benim içim titriyor.
Tekrar dalıyorum denize. Bu sefer boğaz suyunu kucaklamak içimi ısıtıyor. Çengelköy’de atıyorum elimi kıyıya. Kendisi küçük, vaat ettiği huzuru büyük çikolatacıdan iki çikolatayı cebime atıyorum. Soluğu Kuzguncuk’taki Furtini teyze ve Yanni amcanın hoşgörü kokan evlerinde alıyorum. Çikolatalarla onların güler yüzünü takas edip Çamlıca’ya tırmanıyorum. Baz istasyonlarının dev direkleri Fatih Sultan Mehmet Köprüsünün başına kadar kovalıyorlar beni. Bir hamleyle onları denize döktükten sonra köprünün kapalı şeritlerini kurdele yapıp Rumeli Hisarı’nın tepesine iliştiriyorum.
Boğaziçi Köprüsünden ayaklarımı sarkıtıp sırtımı şehre yaslıyorum. Keşke, diyorum. Benim canım yanınca senin boğazın düğümlense İstanbul, keşke benim canım senin boğazından gelse. Dişinde susam kalmış bir martı bana gülüyor gözünü devirerek. Umursamıyorum. Kahkahasına tutunup bir vapurun korkuluklarına oturuyorum. Şehrin sokaklarından ter akıyor. İstanbul’un içi kan ağlıyor, ben denizden yüzüme sıçrayan gözyaşlarını siliyorum. Birkaç bin kişi birden çam deviriyor. Dalgalar büyüyor, vapur sallanıyor; kafam ağırlaşıyor, ruhum hafifliyor.
Şehre tepeden bakan Galata’ya tepeden bakmaya gidiyorum. Kulenin üstündeki bir hayale bağdaş kurup oturuyorum. İstiklal’den şarkı sesleri geliyor, ben duymuyorum. Haliç’in kenarındaki bir parkta dans eden kızın puantiyeli eteğinin rüzgarı enseme esiyor. Birden, Cihangir’in merdivenlerini ikişer üçer çıkan on yedisindeki çocuğun üzerine basıp geçtiği izmarit oluyorum, canım acıyor. Sonra Karaköy’deki balık ekmek yapan amcanın teri olup ızgaraya damlıyorum, içim cız ediyor. Köprüyü geçen tramvay Çemberlitaş’ta melodika çalan küçük kızı alıp yanıma koyuveriyor. Cebinden biraz nota çıkarıp Beyazıt’ta mendil satan çocuğun avucuna üflüyoruz, kardeş olabilecekleri ihtimali aklıma bile gelmiyor.
Üstüne oturduğum hayal birden duman oluyor. Yine, diyorum. Yine biri dünyanın gerçek yüzüyle tanıştı. Paylaşıyorum memnuniyetsizliğini uzaktan da olsa. Şehirde dönen dolaplar midemi kaldırıyor, insanlar arasında esen soğuk rüzgarlar yüzüme çarpıyor. Ve ben İstanbul’dan odamın penceresi kadar uzakta açıyorum gözlerimi. Ayaklarım yere basıyor, burnum üşümüş.
Bir yerlerde sabah oluyor.
Ben İstanbul’u özlüyorum.
Kübra Taşkıran
1 Yorum