Buruşuk Bir Mesele

Gün henüz batmaya başlamış, gecenin ev sahipleri ise köşke gelen misafirleri ağırlamak için hazırlıklarını tamamlamışlardı. Onlara göre bu gece muhteşem olmalıydı. Küçük oğul Fabien’e aileye yakışır bir doğum günü kutlaması yapılmalı, ağırlanacak misafirler içinse, hem müzik ziyafeti hem de görsel şölen sunulmalıydı.

Yağmurun etkisiyle Paris sokakları çok sessizdi. Galiba devamlı misafirleri için bu gece kâbus haline gelecekti bu şehir… Benim, aracın camından dışarıyı seyrederken düşündüklerim bunlardı, onlar için üzülmüştüm açıkçası. At arabası köşkün kapısına yanaştığında ise hemen kapıya uzanan kırışık eliyle ihtiyar bekçiyi fark ettim. Bu gece iyi bir bahşiş beklediği, tecrübe dolu nezaketinden anlaşılıyordu. Bense ona beklediğini vermek için elimi sağ cebime atarak hazırlık yapmıştım ki; bu sırada yuvarlak kemerli kapının iki yanındaki kulelerden, sağ taraftaki dikkatimi çekti. Uzun ve kasvetli girişiyle zaten tüylerimi ürperten yapının, sivri uçlu kulelerinden birinin ikinci katında yapay bir ışık huzmesinin yansımasıyla kendini fark ettiren Henri Rousseau’nın  “Manzaralı Portre” tablosu açık perdeden düpedüz belli oluyordu. Bu sahneye bakıp hafifçe tebessüm ederken, ev sahiplerinin, gösteriş merakıyla meşhur bir aile oldukları tekrar aklıma geldi. Yoldayken, yağmurda çaresiz kalacak evsizleri düşünmeden önce, bu meseleydi aklımı karıştıran. Ben ise bu asil (!) davranışı mutlak nezaketle karşılayacaktım. Neticede bir koleksiyon uzmanıydım Paris’te, böyle bir gösteriş için en iyi referanstım.

İçeri girdiğimde bütün hazırlıklar tamamlanmış, konuklar çoktan gelmişti. Yapmacık gülüşlerle etrafta salınan aile mensupları, misafirlerle ilgilenirken bir taraftan da müzisyenler hafif bir keman dinletisiyle ortamı ısıtmaya çalışıyorlardı. Burası yaklaşık 600 yıllık bir köşktü. 1201 yılında yaptırılmış, yaklaşık 20 odası 2 büyük salonuyla Gotik tarzda tasarlanmış yüksek pencereli garip ve ürpertici tavanıyla klasik bir Fransız Köşkü. İçeri girdiğimdeyse ilk dikkatimi çeken ışıltılı içki bardakları ve salonun en gerisinde yer alan piyano olmuştu. Değişik bir zevkle tasarlanmış perdelerse ışıkta parıldayan şamdanlarla değişik bir kontrast oluşturmuştu. Ben bu düşüncelerle elim cebimde salonda yavaş yavaş ilerlerken sağ tarafımda bir grup, Fransa’da yapılan ihtilal hakkında hararetli bir şekilde tartışıyordu. Geçen seneki Bastille baskını, bu aristokrat kesimi iyiden iyiye hiddetlendirmişti. Kral XVI. Lous’in yetkilerinin sınırlandırılması konusu sinirleri oldukça germiş olmalıydı. Ne var ki, soylu kesim hep ayakta, tok ve özgürken diğerlerinin özgürlüğünden kime neydi ki!  Bu sırada ev sahibesi Bayan Berenice’nin bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Artık grup içinde fikrimin alınma vakti gelmişti. Arkamı dönüp, hangi nezaket cümlesiyle hitap etmem gerektiğini düşünürken…

Derken! Aniden uyandım. Gözlerim hiçbir uyanışımda bu kadar hiddetle açılmamıştı. Hemen üstümdeki örtüyü fırlattım ve ayağa kalktım, yere basana dek sanki Hâlâ uyanmamış gibi hissettim. Kulak kesildiğimdeyse sabah ezanının sesi, o muhteşem yankısıyla beni tamamen kendime getirdi. Yatağın kenarında oturup bir süre ezanı dinledim. Bu arada niye böyle bir rüya gördüğümü düşünürken yastığın kenarında yer alan Fransız romanı fark ettim.

Böyle bir rüyayı ilk defa görmüştüm. Küçükken okuduğum Âlice Harikalar Diyarı’nda kitabı da aynı şekilde hikâyenin içine dâhil etmişti beni; ama bu denli tesirli değildi. Ancak çok enteresan bir şey hissettim ve şunu fark ettim; çok eğreti durmuştum ben bu rüyada… İçinde benim olmamam gereken bir rüyaydı. Bana oturmayan, bana yakışmayan kendimi bulamadığım bir duyguydu. İklimi, benden başka mekânlar ve insanlar vardı burada. Hafif tebessüm ederek tekrar tekrar şükrettim sahip olduğum şeylere…

Bu rüyayı ömrümde bir kez gördüm. Sebebi de büyük ihtimalle kitabın tesiri veya bize aktarılmaya çalışılan sosyal destekli kültür buhranıyla alakalıydı, bilemiyorum. Neyse deyip geçmeli bu meseleyi ancak; peki ya şuna ne demeli? Birileri yıllardır bu rüyayı görüyor, hatta bu onların ayakta olduklarında bile gördükleri bir rüya.

Kendilerini bu topraklarda, bu kültür zenginliği içinde Fransız, İngiliz, İtalyan zannedenler, sanki hep oradan burayı yaşıyormuş gibi yapanlar var. Çağdaş sanat denilen objeleri, ne olduğu belirsiz paçavraları dahi bizlere büyük bir birikimin ürünüymüş gibi nakşedenlerin gayesi nedir acaba? Sanat galerilerinde “soyut kavram psikozunun” her türlü nimetlerinden faydalanan bu esbabın yanı başlarında duran on binlerce eseri kavrama sorunları mı var?

Bir de başı göklerdeki sanat camiamız var. Hemen yanında, dokunabildiği tarihin farkında olmayan, farklı iklimlerde kendi mevsimini arayan bir insan güruhu. Sanatsal anlayışında; yaşadığı topraklardan, edindiği kültürden uzaklaştıkça kendini daha modern zanneden bir topluluk… Picasso’nun tablolarını irdelerken, yanı başında ki o zarif taş işçiliklerini, emek dolusu çinileri, resmin her türlü tasvirden sıyrılmış hali olan minyatürleri, nakış nakış işlenen hatları görmeyen şuursuz malzeme yorumcuları… Olaya, daha dışarıdan baktığımızda, ya mesele kendini anlamamaktı ya da; tarihinden utanmak.

Gerçi meseleyi farklı yönlere çevirebilenler de var. Eh, bari buradayız, burayı kendimize uyduralım, diyenler… Mesela bir Asmalı Mescid buhranı var. II. Bayezid döneminde (1481-1512), Tersane-i Amire Kalafatçıbaşısı Yunus Ağa’nın inşa ettirdiği Asmalı Mescid dönemin güzide yapılarından biri. Şu anda ise kavranamayan bir eğlence kültürünün merkezi konumunda. Ancak bu iş buraya ne kadar yakışıyor ciddi şekilde sorgulamak gerekir. Semtin adıyla anılan bütün tarihi mekânlarda, farklı eğlence alanları enteresan şekilde oturtulmuş ve sanki bu bir kültürmüş gibi insanların beynine işlenmiş. Asmalı Mescid dendiğinde insanın aklına neler gelmiyor artık.

Bu olay; temeli itibariyle, kendine yakışmayacak bir kıyafeti giyme arzusuna benzer. Yaşadığınız,  adet edindiğiniz kültür bir insanın üzerine ömür boyu giydiği elbisesidir. Bu elbiseyi ne kadar çekip, gevşetip, buruşturup, uydurmaya çalışsanız da, size yakışan üstünüzde hep bâki kalır. Eğer ki, çok uğraşırsanız ebediyen kırışık kalır bu kıyafet.  İlla ki ben bu şekilde algılarım, yaşantım budur, tarihimden utanıyorum, diyenler için tavsiyemiz şu olur: En iyisi bu işlerle hiç uğraşmayın ki, elbiseniz sanat camiasındakiler gibi buruşmasın.   

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • hayati , 07/09/2014

    nerede bu adam, kayboldu gitti….

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir