Tarihte sahte belgeler konusunu her düşündüğümde aklıma Hitler’in sözde günlükleri geliyor. Mesele komik değil elbette ama insan yine de tebessüm ediyor.
Dünyayı kasıp kavurmuş, milyonlarca insanın ölmesine neden olmuş bir adamın günlükleri bulundu diye heyecanlanan, sevinçten çılgına dönen kişilerin gerçekte yaşadığı his farklıdır. Birisi belgeleri bir yerlere vererek para kazanma ve zengin olma hayali kurarken bir diğeri de meslekî bir başarı düşü kuruyor. Ama neticede her iki taraf da gerçekten iyi ve doğru bir şey yapmak için hareket etmiyor.
Ben meselenin bu tarafını düşünmemiştim, ne yalan söyleyeyim. Sadece insanların bazen basiretlerinin bağlanarak ne kadar da çabuk saçma sapan şeylere inandığıyla ilgilendim daha çok. İnanmak isteyen insan, kendisi için sayısız neden geliştiriyor, benim gördüğüm gerçek buydu.
Elbette bu dediğin de doğru ama bu sahte günlüklerde en dikkat çeken taraf, normal şartlarda inanmayacak uzmanların bile tongaya düşmesi olmalı galiba. Çünkü belgeler gerçekse karşılığında elde edilecek para ve meslekî şöhret insanın başını döndürüyor ve en küçük deliller bile sarsılmaz bir inanç oluşturuyor. Hadisenin nasıl başladığını hatırla! Büyük haftalık Alman dergisi Stern, 1983 yılının Nisan ayında Hitler’in özel günlüğünün bulunduğunu açıklamıştı. 62 defterden oluşan günlükte Hitler’in 1924’ten ölümüne kadar notları bulunuyordu. Normalde bu, yüzyılın haberiydi. Açıklamanın ardından halk da büyük bir heyecan göstermişti.
Peki, sence bu heyecanın sebebi neydi? Alman halkı aradan geçen onca zamana ve Hitler’in başlarına açtığı o büyük belaya rağmen onu seviyorlar mıydı?
Bu durum belki de böyle okunur. Benim de aklıma gelen şey, böylesi heyecanların sebebinin genellikle bulunan belgelerin tarihî öneminden kaynaklanamadığı, tam aksine modern zamanların en sefil insanlarından biri için duyulan sağlıksız hayranlıktan ileri geldiğidir. Bunun yanında bu keşif nasıl yapılmıştı sorusu da önemliydi. 1980’de gazetenin Nazizm kalıntılarının araştırması ve elde edilmesinde uzmanlaşmış olan foto muhabiri Gerd Heidemann, Hitler çılgınlığına kapılmış olan ve Stuttgart yakınında küçük, gerçek bir Hitler müzesi kuran Fritz Stiefel ile tanışmıştı. Stiefel ona “A.H.” baş harflerini taşıyan siyah kaplı bir defter gösterdi ve bunların kendisine ait olmadığını söyledi. Defterler, Stuttgart’ın yakınında yaşayan Konrad Fisher adında birine aitti. Fisher’e göre, belge Doğu Almanya’nın bir köyü olan Börnersdorf’ta yaşayan birinin evinde bulunmuştu. Ve orada 27 defter daha vardı.
Heidemann, bu tufaya nasıl düştü sence? Neticede hem konunun uzmanı hem de yılların tecrübesi var adamda.
Bilemiyorum, belki de inanmak istedi. “Börnersdorf” ismini duyunca bazı denklemleri zihninde çözmeye çalıştı. II. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Hitler, uçakla yaklaşık on sandık belge taşıtmıştı. Bunları güvenli bir yere koydurmak istiyordu. Ama kuryelik yapan Junkers 352, Bömersdorf’tan fazla uzak olmayan bir yerde, Çekoslovak sınırı yakınında Heidenholz ormanına düşmüştü. Mürettebat ve yük kaybolmuştu. Heidemann da, bu konuda uzman bir kişi olarak elbette bu hikâyeyi biliyordu. Hatta bu köye gitmişti ve mezarlıkta “Meçhul” ismini taşıyan iki mezar ortaya çıkarmıştı. Şimdi elinde yükün tamamen yok olmadığına dair bir kanıt da vardı: Defter.
Mesele buradan dönüp dolaşınca Heidemann da “keşfinin” kesinliğiyle âdeta kör oldu. Belgelerin sahibi diye karşısına çıkan Fisher hakkında bilgi toplamaya gerek duymadı.
1981’de görüşmeler başladı. Fisher defterlerin toplamı, ayrıca “Kavgam” kitabının elyazması bir örneği için 2,5 milyon mark istedi. Fisher, gümrük genel müdürü kardeşi sayesinde Federal Almanya’ya hepsini göndertebileceğini açıkladı ama miktar tamamen ödenene kadar, pazarlığın gizli kalması ve hiçbir uzmanın bununla ilgili bilgilendirilmemesi gerekiyordu. Olay büyüktü. Heidemann bu durumu hemen gazetesine açıkladı. Gazete de haberi ve masrafları Amerikan haftalık yayını Newsweek’le paylaşmaya karar verdi. Times ve Sunday Times’ın sahibi Rupert Murdoch, Newsweek’le bir anlaşma imzalamayı denedi. 1983 Şubat ayında, Heidemann gazetesine ilk üç defteri götürdü. 12 defter daha eline geçirecekti. Bunlar okul defterleriydi, sert siyah kapaklıydı, bazılarına Nazi kartalı mührü basılmıştı bazılarına da “A.H.” baş harfleri. Hepsinde kırmızı balmumundan bir damga ve daktiloyla yazılmış “Martin Bormann” imzalı, bu belgelerin Führer’in olduğunu belirten bir not vardı.
Peki, bu büyük haber için pazarlığı nerede kapatmıştı?
Pazarlık nereden başladı bilmiyorum ama Heidemann, gazeteden her defter için 80.000 mark alacaktı. Bu paranın 50.000 markını da Fisher’e verecekti. İyi pazarlık yaptı bence. Beklendiği gibi belgelerin görünümü ve durumu 50-60 yıl kadar eski olmaya uygundu. Ama belgelerin içine girip de eski gotik yazıyla yazılmış metinleri okuyunca hayal kırıklığına uğradılar. Burada Hitler’in nutukları ve bildirilerinin birebir kopyaları bulunuyordu.
Hemen fark ettiklerine göre bu konuda daha önceden bilgi sahibiydiler anlaşılan.
Elbette, bu nutuklar ve bildiriler zaten Alman tarihçi Max Domarus tarafından olduğu gibi/kısaltmadan yayımlanmıştı daha önce. İlk defa okunan bir şey değildi yani. Ama yine de daha kişisel olan bölümler vardı ve bu bölümler bazen şaşırtıyordu. Gerald Messadie’nin yazdıklarına göre “Hitler’in İngiltere Başbakanı Chamberlain’in “soğuk profesyonelliğine” hayranlığının hiçbir anlamı yoktu. Eski zamanın devlet adamları arasındaki yazışmalarda içini dökmelere hiçbir biçimde rastlanmazdı ve en azından hepsi profesyoneldi. Hitler, 5 yıl iktidarda kaldıktan sonra, 1938’de, bunu bilmesine yetecek kadar fazla insan görmüştü. Zaten, günlüklerin sözüm ona yazarının 1941’de Rudolf Hess’in İngiltere’den kaçışını önceden öğrendiği yönündeki iddiası, onun o zaman kapıldığı öfkeye hiç uygun değildi. Bu noktalarda G. Messadie haklıydı. Ama İngiliz tarihçi Hugh Trevor-Roper, bulunan belgelerin gerçek olduğunu teyit etti.
Böylesine bilinen seçkin bir tarihçi nasıl yanıldı peki?
Bu yanılmanın mantıklı bir izahı var aslında. Trevor-Roper, belgelerin sayısından etkilenmişti ve bir iki sahte sayfa yapılabilse de tek seferde bu kadarının yapılamayacağını düşünmüştü. Unutmayalım ki ortada olan defter sayısı 27’ydi. Ama netice değişmedi ve bu akıl yürütme, bu seçkin tarihçinin yanılmasını engelleyemedi çünkü belgeler bildiğimiz kadarıyla gerçekten de sahteydi.
O zaman yüzyılın aldatmacası diyebileceğimiz ve hayli de masraflı olan bu aldatmacanın bütün aktörleri, kör bir cehaletin eklendiği akla gelmeyecek bir saflığın içine düşmüşler demek ki.
En azından ortaya çıkan sonuç senin dediğin gibi oluyor. Birincisi Fisher’in ismi de sahteydi ve gerçek adı “Kujau” idi. Adam, sahte Nazizm kalıntıları ve Hitler’in gerçek “suluboyaları” üzerine uzmanlaşmış birisiydi. Hitler’e karşı saldırı günü olan 20 Temmuz 1944 tarihini taşıyan notlar yazmıştı ancak Hitler, o gün kendisini hedef alan bomba patlamasıyla sağ kolundan yaralanmıştı ve takip eden günlere ait birçok fotoğraf onu, kolu sarılı bir halde gösteriyordu. Kısacası bu halde kalem tutması mümkün değildi. Kujau’nun hiçbir biçimde Hitler’e kişi olarak ilgisi yoktu, aksi takdirde onun imlasının iyi olmadığını ve imla konusunda ne kadar dikkatsiz olduğunu bilirdi.
Bunun Fisher ile yani gerçek adıyla Kujau ile ne ilgisi var?
Metinleri uydurmak için çabalayan oydu, ilgisi bu. Ama oluşturmaya çabaladığı bu uydurma metinlerde imla yanlışı yoktu. Bu durumu bilse kesinlikle metinlerde bazı imla hataları yapardı. Mesela “Kavgam” kitabının birinci elyazmasının, matbaaya gönderilmeden önce beceriksizlikleri ve Almanca yanlışları yüzünden bol bol düzeltildiğinden habersizdi. Kujau ayrıca Hitler’in çevresinden yaşayan yakınları olup olmadığını öğrenme zahmetine katlanmamıştı. Oysa Hitler’in eski sekreteri Christa Schroeder hâlâ yaşıyordu ve Hitler’in neredeyse bir daha asla eliyle bir şey yazmadığını söylüyordu. En can alıcı hata ise bilimsel metotları hafife almaktı bana kalırsa. Bu bilimsel metotlar, sözde günlüklerin kâğıdında 1955’ten önce var olmayan kimyasal bir beyazlatma maddesinin bulunduğunu ortaya çıkardı. Ayrıca balmumu mühürlerini bağlayan ipler yine o dönemde var olmayan polyesterdendi ve üstelik cilt zamkı yakın bir tarihte üretilmişti.
Bu iş de zaten mahkemede bitmişti ve sahtekâr adam da sağlam bir hapis cezası almıştı hatırladığım kadarıyla.
İşin bir de gazeteci Heidemann tarafı var. O da III. Reich kalıntılarına karşı marazi bir tutkuya sahipti ve bu tutkusunu pahalıya ödedi. Diğerleri için işler biraz daha farklı ilerledi. Onların, aldıkları cezalar öncelikle özgüvenlerinde kalıcı bir yara açılmasına neden oldu. Hatayı ilk nerede yapmışlardı diye düşünüyorsan hemen cevap vereyim: onlar ilk olarak bu günlüklerin gerçek olduğuna inanmak istemişlerdi. Sanki şeytan günlük tutarmış gibi. Aslında Fisher’den önce onlar kendi kendilerini aldatmışlardı. Bu özel günlüklerin gerçekliğine birkaç ay boyunca inanmalarını sağlayan olağandışı aptallık, buna inanma isteğinden ileri geliyordu galiba. Ben başka bir izah bulamadım en azından.
Davut Bayraklı
1 Yorum