
Künye: Heidegger’in Kulübesine Yolculuk, İbrahim Kalın, İnsan Yayınları, Birinci Baskı, Eylül 2025, İstanbul.
***
Heybetli Kara Orman’ın bir eteğine kurulmuş olan bu mütevazı kulübe, 1922’de basit bir plan üzerine inşa edildi ve yaklaşık yarım asır Martin Heidegger’in “çalışma dünyam” dediği yer olarak hizmet verdi. Kulübe bugün Heidegger ailesinin özel mülkü ve torunları tarafından kullanılıyor. Bu mekânı 20 Ekim 2019 günü Martin Heidegger’in torunu Arnulf Heidegger’le birlikte ziyaret ettim. (Sayfa 7)
Alman filozofu Martin Heidegger’in düşüncesine aşina olanlar, Varlık sorusunun onun temel meselesi olduğunu bilirler. Heidegger’e göre Batı düşüncesi Eflatun’dan bu yana Varlık sorusunu unutmuş ve onun yerine bilgi, bilim, özne, nesne, cevher, dünya gibi ikincil kavramları ikame etmeye çalışarak yüzlerce yıl devam eden büyük bir yanılsamanın içine savrulmuştur. (Sayfa 7)
Sahici düşünce, insanın varlığın çobanı olmayı kabul ettiği yerde kök salmaya başlar. (Sayfa 24)
Heidegger için şehir ve üniversite ortamı, düşünceyi boğan, felsefeyi akademizme kurban eden, fikir çilesini unvanlara, makamlara, atamalara, bölüm toplantılarına, akademik ego savaşlarına kurban eden tüketici bir niteliğe sahiptir. Düşünmek için bu karanlık ve puslu dünyadan kaçıp kurtulmak gerekir. (Sayfa 27)
Düşünmek, herhangi bir şey üzerinde zihin jimnastiği yapmak değil, Varlık olarak hakikat ve hakikat olarak Varlık üzerinde düşünmektir.
Heidegger felsefenin bu amacından saptığını zira bilim ve teknolojinin kölesi haline geldiğini söyler. Bilim ve teknolojiye büyük varlık dairesi içinde yön göstermesi gereken felsefe, kendi özünü unutmuş ve tekno-medeniyetin bir uzmanlık alanı hâline gelmiştir. Konusu artık Varlık ve Varlık’ın hakikati değildir. Bilim ve teknolojinin mümkün ve makul olarak tanımladığı şeyleri tarif ve tasvir etmektir. Buna razı olan felsefe, düşünme kabiliyetini yitirmiştir. Tekno-medeniyetin payandası olmuş felsefenin düşünmek adına söyleyeceği bir şey yoktur. (Sayfa 28)
Şehir ve üniversite Eflatun’un mağarasıdır. Kara Orman ve köy, Heidegger’in mağaradan çıkar çıkmaz hiç oyalanmadan gittiği yerdir. (Sayfa 31)
Üniversite, mesleki deformasyonun en yoğun yaşandığı kurumların başında gelir. Hakikat yolculuğunda insanlara kılavuzluk etmesi gereken prof’lar, akademizm tuzağına düşmüş ve bilimsel jargonu hakikatin yerine ikame etmiştir. Hakkın ve hakikatin, aklın ve erdemin hizmetkârı olması gereken hocalar okulların, fakültelerin, bölümlerin ve sınıfların yarı-tanrısal küçük efendileri olmak için ilmi, fikri ve fikir çilesini bir kenara koymuştur. (Sayfa 33)
Düşüncede derinleşmek bir sabır ve disiplin işidir. (Sayfa 39)
Heideger radikal bir iddiada bulunur ve Batı düşüncesinin Eflatun’dan bu yana Varlık’ın anlamı sorusunu unuttuğunu söyler.
…
-Heidegger’e göre- Bu büyük sapma, tüm hataların başıdır. Felsefenin birinci görevi, en temel ve birinci soruyu yani “Varlık’ın anlamı nedir? “sorusunu yeniden sormak olmalıdır. (Sayfa 53)
Varlık’ın dinamik, akışkan, yayılan, inşa eden, kuşatan ve var eden hakikatini ifade edecek bir dil inşa etmek hayati öneme sahiptir.
…
Parmenides’ten Şankaraçarya’ya, Meister Eckhart’tan Jakob Böhme’ye, İbn Arabî’den Molla Sadra’ya kadar bütün büyük düşünürlerin felsefenin dilini şiirin diline yaklaştırmaya çalışmalarının temel sebebi de budur: Dilin şiirselliğini zorunlu kılan, düşünürün edebî üslubu değil, Varlık’ın “ekstatik” yapısı ve “vecd” hâlidir. (Sayfa 59)
İnsan, “Neden varım?” sorusunu sorabildiği için insandır. (Sayfa 67)
Heidegger… Felsefe ve entelektüel Amerikancılığa siyasal Amerikancılıktan daha sert şekilde karşı çıkar. Amerika patentli tekno- medeniyetin, modern materyalist metafiziğin zirvesi olduğunu söyler. Amerikan karşıtlığını siyasi ve kültürel olmadan önce felsefi ve ontolojik bir pozisyon olarak benimser. (Sayfa 84)
Bize ancak melekleri görebilen insanlar yol gösterebilir. Kendisi görmeyen, kime ne gösterebilir ki? (Sayfa 95)
Heidegger insanlık için atom bombasından daha tehlikeli olan şeyin, kendini evrenin merkezinde sanan insanın “her yerde kendini öne sürmesi” olduğunu söyler. Bu, özneyi Varlık’ın önüne koymak, arabayı atın önüne sürmektir. Her yerde kendini öne süren insan, Varlık’la iddialaşır. Onu kendine benzetmek için ben-merkezli kurgular yapar. Varlık’ın ona “musahhar” kılınmasıyla yetinmez. Onu köleleştirmek ister. Hesapçı ve araçsal aklının almadığı her şeyi saçma, anlamsız, gerçek dışı, metafizik safsata, dinî yobazlık vs. olarak reddeder. (Sayfa 97)
Kontrol etmek demek denetlemek, yönetmek, yönlendirmek, hükmetmek, işletmek, yürütmek, şekillendirmek, belirlemek, etkilemek, düzenlemek, düzen altına almak anlamlarının tamamına sahip. Modern tekno-medeniyet bu kontrol sistemi olmadan ayakta duramaz. Bu yüzden her şeyin kontrol altına alınması gerekir. Kontrol edilmeye direnen her şey -insan, akıl, kalp, tabiat, evren, varlık… -sisteme meydan okuyan bir tehdittir ve mutlaka bertaraf edilmelidir.
Burada kontrol rasyonel manada denetlemek ve açık seçik olmak demek değil, manipüle etmektir. Tekno-medeniyette kontrol, manipülasyon demektir. (Sayfa 102)
Son tahlilde Heidegger de bu yolculukta karşımıza çıkan, bir müddet beraber yürüyüp sonra kendi yolumuza devam ettiğimiz fanilerden biridir. (Sayfa 109)
“İnsan yeryüzünde şiirsel bir biçimde ikamet eder.” diyen Hölderlin, var olmanın şiirsel boyutuna dikkat çeker. İnsan yeryüzünde ancak şiirsel bir biçimde yer tuttuğu zaman var olmaya başlar. (Sayfa 127)
Nazım Hikmet’in 1923’te kalem aldığı “Makinalaşmak” şiiri modern tekno-insanın traji-komik hâlini makine seslerinin arasından gelen bir sedayla anlatır. (Sayfa 128)
İnsan bir şey isteyecekse ondan bundan değil, tüm varlığın ve zenginliğin sahibi olan Allah’tan istemelidir. İşte bu var olma hâli insanı Allah’a karşı fakir ve dünyaya karşı müstağni yani doygun ve “eyvallahsız” kılar. Allah, dünyaya eyvallahı olmayanların dostudur. (Sayfa 132)
İnisiyasyon olmadan meditasyon olmaz. Bunun Türkçesi şudur: Seyr u süluk ve intisap olmadan derin tefekkür ve nefis tezkiyesi olmaz. (Sayfa 135)
Heidegger ‘aletheia’ kavramını gizli saklı olduğu yerden açık alana gelme anlamında hakikat olarak yorumlayarak var olma, hakikat, özgürlük ve aydınlık gibi kavramların kaynağının insan değil, Varlık olduğunu söyler. Böylece hem Descartes’ın ‘cogito’sunu hem de Aydınlanma’nın öznesini tahtından eder ve merkezden uzaklaştırır. Varlık değil varlıklar, Vücud değil mevcudat merkezli Batı metafiziğinin inşa ettiği sübjektivist dili yapıçözüme tabi tutarak aşmak için yeni bir dil ihdas etmeye çalışır. Ana dili olan Almancanın sınırlarını zorlayarak okuyucularını ve mütercimlerini çıldırtma pahasına onlarca yeni ve bol tireli kelime, kavram, ifade ve terkip icat eder. Heidegger’in felsefi yazım dilinin zor, yoğun ve karmaşık olmasının başlıca sebeplerinden biri budur. Yüzlerce yıllık bir düşünce ve kavram yapısının sorgulanamaz hale getirdiği bir dili onun içinden çıkarak aşmaya çalışmak kolay bir iş değildir. Ama bunun başka bir yolu da yok. Zira mevcut dilin dışına çıkıp dışarıdan içeriye doğru bir hareketle sıfırdan bir dil ve kavram örgüsü inşa etme şansına sahip değiliz. Heidegger, Batı düşüncesinin mevcudat-merkezli metafizik dilini yine o dilin içinden yürüyerek aşmak zorundaydı. Bunda da kısmen başarılı olduğunu ve kapıyı bir miktar araladığını söylemek mümkün. (Sayfa 156)
Her ne kadar Heidegger “Dil Varlık’ın evidir.” diyerek edebi bir ifadenin ötesinde önemli bir felsefi noktaya dikkat çekse de Varlık’ın bu eve sığmadığı aşikâr. Zaten -bildiğim ve anladığım kadarıyla- Heidegger’in Varlık’ın tek evinin ve meskeninin dil olduğuna dair bir iddiası yok. Varlık ile onun dilde ifade edilmesi arasındaki ilişki linguistiğin ve dilbilimcilerin değil, ontolojinin ve Varlık’ın çobanlarının sezgisel olarak anlayabileceği bir mesele. (Sayfa 157)
Nietzsche modern dünyanın kendisini inşa ederken tüm değerleri değersizleştirdiğini söyler. Bu, din ve ahlak adına tüm değerlerin anlamsızlaşması ve hiçleşmesi demektir. Kilise değerlerine karşı bir başkaldırı olarak başlayan seküler modernite hareketi böylece tüm inanç ve değerleri yok eder. Artık kendisinin de üzerinde yürüyeceği sağlam bir zemin, bir ‘terra firma’, bir toprak kalmamıştır. Tüm değerlerin değersizleştiği, tüm anlamların anlamsızlaştığı, her şeyin hiçleştiği bir çorak ülkede yeni cesur dünya olan modernitenin seküler değerleri de kök salacak ve yeşerecek bir zemin bulamaz. Modernlerin trajedisi, Tanrı’yı öldürmeye giderken kendi idam fermanlarını imzalamış olmalarıdır. (Sayfa 165)
Sözü yormadan söyleyeyim: Yaratılış metafiziğine dayanmayan her Varlık felsefesi bünyesinde gizli bir nihilizm taşır çünkü Varlık’ı tanrısallaştırmadan “Neden Varlık?” sorusuna tatmin edici bir cevap vermek mümkün görünmüyor. (Sayfa 169)
Fakat Heidegger filozof için asıl tehlikeli ölümün, hayattayken ruhen ve fikren öldürülmek olduğunu söyler… Modern popüler kültür, filozofu ilginç, değişik, komik, dikkat çekici, meşhur, acayip vs. biri haline getirip onu özünden uzaklaştırarak sessizce ve usulca öldürebilir. Meşhur ve popüler olan, sıradanlaştırılan ve bir popüler tüketim malzemesi haline getirilen düşünür, bilerek veya bilmeyerek sessizce ölmektedir. (Sayfa 181)
“Felsefenin sonu, Batı Avrupa düşüncesine dayalı dünya medeniyetinin başlangıcı demektir.” -Heidegger- (Sayfa 188)
İnsan yeryüzünde şiirsel bir biçimde ikamet ettiği oranda kendi hakikatini Varlık’ın hakikatine yaklaştırır. İnsanın hakikati her zaman Varlık’ın hakikatinin ışığıyla anlamlı ve görünür hâle gelir. İnsan zifiri karanlıkta hiçbir şey göremez. Kendini görmek için bile ışığın eve girmesine izin vermelidir. Molla Sadra bu noktayı kendine has üslubuyla şöyle ifade eder: İnsanın ufku varlığın ufkuyla tedahül ettiği ve örtüştüğü zaman insan büyük varlık dairesi içinde yerini yurdunu bulur ve bir mesken sahibi olur. (Sayfa 192)
Heidegger 1920’li ve 30’lu yıllarda yaptığı konuşmalarda inancın ve felsefenin birbirinden net bir şekilde ayrıştırılması gerektiğini söyler. Katolik bir çevrede yetişen, ilahiyat okumak için yola koyulan ama sonra felsefede karar kılan Heidegger, Hristiyan inancıyla olan bağını her gün biraz daha yitirmektedir. Varlık meselesi onun için din ve inanç konularından daha öncelikli ve köklüdür. Ona göre din ve felsefe aynı soruya farklı yanıtlar değil, farklı sorulara farklı cevaplar vermektedir ve aralarındaki temel ayrım da buradan kaynaklanmaktadır. Bu ayrılık temel ve köklüdür ama “karşılıklı saygı ve takdir”e engel teşkil etmez. Son nefesini veren annesine yönelik “saygı ve takdir”ini de bu şekilde ifade eder: ‘Varlık ve Zaman’ın bir nüshasını annesinin ölüm döşeğinin üzerine koyar. Filozof Heidegger, mümin annesine veda etmektedir.
Buna Heideggerci manada şiirsel bir veda da diyebiliriz: Bu dünyadaki başyapıtını, onu bu dünyaya getiren annesine hediye eden filozofun vefası ve vedası. Heidegger bu dünyadan ayrılırken de geride bıraktıklarına şiirsel bir biçimde ve tabii ki tahmin edebileceğimiz gibi Hölderlin’in şiiriyle veda eder. Hölderlin’den bir seçki yapar ve bunların “mezarının başında son veda olarak yavaşça ve sade bir biçimde” okunmasını vasiyet eder. (Sayfa 219)
Heidegger için şiir edebî bir form olmanın ötesinde Varlık’ın hakikatini ortaya koyan bir imkândır. Şiirsel olan, şairin bir konuyu kelimeler, mecazlar, imgeler ve dil üzerinden şiirselleştirmesi değil, zaten özünde şiirsel olan şeyin şair üzerinden dilde ifadeye kavuşmasıdır. Tuna Nehri, Hölderlin’in şiirinde şiirsel bir form kazanmaz. Nehir zaten özünde şiirsel bir varlıktır. Şair ondaki şiirsel özü ortaya çıkarır. Şiirsel olanın şiirselliğini Varlık’ın evi olan dile taşır. Nasıl insanın Varlık’ı var etmesi mümkün değilse şairin de şiirsel olanı yoktan var etmesi diye bir şey söz konusu değildir. Varlık’ın özündeki şiirsellik kendini şair üzerinden açığa çıkarır. (Sayfa 220)
İnsanı Varlık’ın önüne, merkezine yahut ortasına yerleştiren hümanizm, Kartezyen ego-sentrizmin bir başka türüdür sadece. Bu yüzden de modern, bireyci ve varoluşçu hümanizm, Batı’nın metafizik hapishanesindeki mahkûmlardan biridir. (Sayfa 228)
Heidegger’i kendi köklerine döndüğü için suçlayamayız. Köklerini kadim Yunan’da aradığı için de ona kızamayız. Kendi olgusallığı, tarihselliği, dünyaya atılmışlık ve fırlatılmışlık hali ve bu şartlar altında sahih bir var olma biçimine yönelik tercihleri, bu sonucun ortaya çıkmasında belirleyici olmuştur elbette. Başka nasıl olabilirdi ki? İnsan doğduğu toprağın, içtiği suyun, soluduğu havanın, baktığı gökyüzünün çocuğudur son tahlilde. Nereye göç edersen et, ruhunun ana vatanı kendi toprağındır. (Sayfa 238)
Böylece yapmadığım son şeye geliyoruz: Heidegger’i Türk, Müslüman, Doğulu, bizden vs. yapmak gibi bir çabanın içine girmedim. Ne onun Varlık meselesine yaklaşımını ne de modernizm, teknoloji ve hümanizm gibi konuları ele alırken böyle bir bakış açısına sahip oldum. “Heidegger iyi güzel de bizim filozoflar bunları bin yıl önce zaten söylemiş.” gibi kompleksli yaklaşımları hep sorunlu buldum ve bunlardan uzak durdum. Ben fikrin gücünün ikna kabiliyetinde olduğuna inanmış bir birey olarak Heidegger’i anlama gayreti içinde oldum ve kendisinden pek çok alanda istifade ettim. Bunun için ne benim Türklüğümden ve Müslümanlığımdan vazgeçmem ne de Heidegger’in Almanlığını ve Avrupalılığını inkâr yahut ihmal etmem gerekti. Farklı ufukların sunduğu imkânları kuşanarak engin gök kubbemize bakmanın her zaman daha anlamlı ve sahici bir tutum olduğuna inandım. Heidegger’in kulübesinde başlayan ve yine oralarda bir yerde biten bu kitabı da bu bakış açısıyla kaleme aldım. Yol boyunca Heidegger’in adımladığı patikadan yürüdüğümü hep akılda tuttum. Zira yolda olmak kadar hangi yolda yürüdüğünüzün de her an farkında olmalısınız. (Sayfa 255)
Öyleyse yolunuz açık olsun. (Sayfa 259)
Edebifikir

