Sanatın Kalbine Kodlar mı Yerleşiyor? -1

Sanat ve teknolojiye, tarihin farklı dönemlerinde bazen birbirine uzak düşen bazen de birbirini besleyerek ilerleyen iki büyük güç olarak bakabiliriz. Teknolojinin maddeyi işlediğini savunanlar sanatın da insan ruhunu işlediğini düşünür. Fakat bugün, sanat ve teknolojinin birbirini tamamlayan iki güç olmanın ötesinde birbiriyle çarpışan ve birbirini yok etmeye uğraşan iki farklı kutup gibi algılandığını görüyoruz. Bu durumunun en belirgin ve güncel sahnesi de yapay zekâ alanı. Çünkü yapay zekâ artık mühendislik ve bilişim alanının yanında sanatın da gündemine girdi. Bu hızlı ve sert giriş bize şunu da gösterdi, yapay zekâ sadece destekleyici bir araç olmaktan çıkarak bizzat sanatın öznesi olmaya aday. Artık sanat galerilerinde, dijital sergilerde, müzayedelerde yapay zekânın elinden çıkmış eserlerle karşılaşıyoruz ve çok kısa zamanda bu duruma alıştığımız için garipsemiyoruz da. Peki, ama bir yazılım, sanatın yerini alabilir mi? Ruhun, acının, arayışın ve anlamın damıtıldığı üretim alanına yapay zekâ ile algoritmalar girerek gerçekten nüfuz edebilir mi?

Yapay zekâ ile üretilen bazı eserler o derece etkileyici ki, insan kendi kendine “Bunu bir makine mi yaptı?” sorusunu sormadan edemiyor. Yapay zekânın sanat eseri üretiminde gösterdiği başarı elbette hem hayranlık hem de huzursuzluk oluşturuyor. En azından benim açımdan durum bu. Çünkü sanat dediğimiz şey, formun ötesinde bir anlam arayışıdır. Peki, bu bahsettiğimiz anlamı kim ortaya çıkaracak? Yapay zekâ açısından meseleye bakarsak “kodu yazan mı?”, “algoritmayı işleten mi”, yoksa “sadece sonucu sunan mı?”

İkinci Bir El

Küresel ölçekte bir araştırma yaptığınızda göreceksiniz ki, bugün bazı sanatçılar yapay zekâyı adeta ikinci bir el gibi kullanıyor. Artık yapay zekâ sanatçının kimi zaman partneri, kimi zaman hafızası, hatta bazen kendi sanatının yansıması hâline geliyor.

Bu söylediğimizi daha somut hâle getirmek için bir örnek vermek gerekirse, Refik Anadol’un veriyi soyut estetik formlara dönüştüren çalışmalarından bahsedebiliriz. Özellikle “Machine Hallucination” ve “Unsupervised” adlı projelerinde Anadol, milyonlarca görsel veriyi ve sanat eserini yapay zekâya yüklüyor ve böylece makinenin “rüya görmesi”ne benzer yeni görsel evrenler üretiyor. Anadol’un bu projelerinde salt veri bir arşiv olmaktan da çıkıyor ve “hafıza, zaman ve mekân” yapay zekâ destekli sanatsal bir dile dönüşüyor. Yani anlayabildiğimiz kadarıyla burada makine bilgi işleyen bir nesne konumunu aşıyor ve geçmişi yeniden kurgulayan ve zamanı estetik bir hafızaya dönüştüren yaratıcı bir ortak olarak karşımıza çıkıyor.

Benzer bir şekilde, Çin asıllı Kanadalı sanatçı Sougwen Chung da yapay zekâyı adeta bir “eş” gibi görüyor. Çalışmalarına ve açıklamalarına baktığımızda Chung, yapay zekâ ile birlikte çiziyor, birlikte düşünüyor hatta birlikte hatırlıyor diyebiliriz. Chung, sanatını icra ederken partner olarak kullandığı yapay zekâ, sanatçının geçmiş çizimlerinden öğrendiği bir belleğe sahip oluyor ve böylece makine ile insan arasında eşitlikçi, neredeyse diyalojik diyebileceğimiz karşılıklı ve birlikte bir üretim süreci ortaya çıkıyor. Şimdi verdiğimiz bu örnekler neticesinde temel bir soru sormanın tam zamanı: Bu sanatçılar gerçekten yapay zekâ eşleri ile birlikte mi üretiyorlar, yoksa biri diğerini mi takip ediyor?

Yapay zekânın bahsettiğimiz bu üretim proseslerindeki katkısı, yaratıcılığın doğasına dair soruları da beraberinde getiriyor. Burada yapay zekâ yeni fikirleri tetikliyor, ihtimaller sunuyor, sanatçıya sıra dışı bir hız kazandırıyor ancak hâlâ daha bir sezgiye, niyete ve bağlama ihtiyaç duyuyor. Zira oluşturma süreci bir arayışın da izini sürmektir. Makine ise bu izleri takip edebilse de kendi başına onları başlatamaz. En azından şimdilik bunun böyle olduğunu düşünüyoruz. Sanatçının iç dünyası, yaşanmışlıkları, hataları ve zaafları mutlaka eserine yansır. Bu nedenle bazen bir fırça darbesinde fark ettiğimiz kararsızlık, bir bestedeki kırılma, bir cümledeki düşüklük olması gerekenden daha çok şey anlatır. Peki, bu durum yapay zekâ açısından bu ne anlama geliyor? Yapay zekâ bütün bunları öğrenebilir hatta bunu ona bizzat bizler öğretebiliriz ancak hissedemez. Kısacası söylemeye çalıştığımız şey eserin bazen kusurlu olma özelliğinden beslenmesidir. Çünkü insan kusurludur ve ürettiği eser de zaman zaman kusur taşır ve bu durum da esere artı değer katar. İnsanın eli titrer fakat yapay zekâ ya da onunla desteklenmiş makine ise bu zaaftan yoksun olduğu için çizmesi gereken çizgiyi hatasız bir şekilde düz çeker. Belki de buradaki kusurlu bir çizgi eseri daha kusursuz kılacaktı?

Öz ve Niyet

Yapay zekânın ürettiği sanat eserleri her geçen gün daha gerçekçi daha ayrıntılı ve daha çarpıcı hâle geliyor. Fakat bu noktada durup şu soruları sormalıyız: Bu eserler sanat anlamında baktığımızda gerçekten bir “öz” taşıyorlar mı? Sanatın anlamı yalnızca görüntüde mi gizlidir, yoksa o görüntünün ardındaki niyet, hissediş ve yaşanmışlıkta mı?

İşte bu soruları düşünürken, yaratıcılığın ve sanatın özü konusunda çarpıcı görüşler ortaya koyan Marcus du Sautoy’un yaklaşımına bakmak bize farklı bir kapı açacaktır. İngiliz matematikçi, yazar ve Oxford Üniversitesi’nde profesör olarak ismine aşina olduğumuz Marcus du Sautoy, özellikle yapay zekâ, yaratıcılık, matematik ve sanat ilişkisi üzerine yazdığı popüler kitaplarla tanınıyor. Du Sautoy, yaratıcılığı yalnızca yeni bir şey üretmekle sınırlı görmüyor. Aksine niyetin, bağlamın ve insanın içsel dürtülerinin de bu sürecin ayrılmaz parçaları olduğunu düşünüyor. Bu bakış açısı bana da oldukça isabetli görünüyor. Çünkü yapay zekânın saatlerce üretebildiğini fakat niyet taşımadığını görüyoruz. Klişe gibi gelecek ama hiçbir makine protesto etmez, anarşist tavır takınmaz ya da pişman olmaz. Bu anlamda makinelerin yaptığı işlerin arkasında sarsıntı, kırılma yahut bir arzudan iz bulmak mümkün değil.

Sanırım, asıl ayrım tam da burada başlıyor. Çünkü bu ayrım, sanat eserlerinin dokusunda, izleyiciyle kurduğu ilişkide daha da belirginleşir. Günümüz sanat teorisyenlerinden olan Alman bir film yapımcısı, hareketli görüntü sanatçısı, yazar ve düşünür Hito Steyerl de bu konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Steyerl’in de vurguladığı gibi, yapay zekâ ile üretilen sanat eserleri kimi zaman “mekanik bir güzellik yanılsaması” sunar. Yani sonuç olarak elde ettiğiniz görüntü mükemmel olsa bile izleyiciyle kurulan duygusal bağ eksiktir. Bugün yapay zekâyla elde edilen sanat eserlerinde teknik açıdan mükemmelliğe ve görsel güzelliğe ulaşmak artık son derece kolay. Fakat bu kusursuzluk durumu çoğu zaman, eserin izleyiciyle kurduğu bağı, onu düşündürme veya sarsma gücünü zayıflatıyor. Yani ortaya çıkan görüntü, her ne kadar göze hoş gelse ve kusursuz görünse de arkasında bir hikâye, duygusal derinlik ya da yaşanmışlık yok. Bir başka ifadeyle, estetik güzellik çoğu zaman eserin anlamının ve iç derinliğinin yerine geçiyor. Esasında sanat, bir anlamı bir derdi ve bir ruhu izleyiciye hissettirmek için vardır.

İnsan sanatçının her çizgisinde, sesinde ya da kelimesinde yaşanmışlığın, tecrübenin tortusunu görürüz. Buna karşın yapay zekâ ya da onun aracılığıyla üretilen eserlerde ise sadece modellenmiş verilerin birleştirildiğine tanık oluruz. Oysa sanat, beğenilmenin yanında sarsmak, düşündürmek ve izleyicide karşılık bulmak için de vardır. Bu anlamda da sanat eserinde mükemmel olan değil, muhatabına dokunan daha değerlidir. Daha net bir örnek vermek gerekirse, El Greco’nun perspektif hatalarını hatırlamakta fayda var. Belki de o hatalar, eserlerine duygunun ve insanî hissin en özgün taşıyıcılığını kazandırıyor. Yapay zekâ ise bu tür kusurları, hataları düzeltebilir fakat o zaman ortaya çıkan eser yalnızca “doğru” olur. Ama kesinlikle içten ve dokunaklı olmaz.

Kalpten Gelen Biçim

Geldiğimiz noktada tarihî perspektiften İslâm sanatına baktığımızda kişisel bir yargıyla bu sanatın özünde biçimden çok anlam, teknikten çok niyet, gösteriden çok içe dönüş olduğunu görürüz. Örneğin Endülüs’te ya da Granada’da göreceğiniz bir hattat bir “elif” harfini çizerken sadece bir çizgi çekmez. O çizgiyle beraber aslında sabrı, tevazuu, zikri ve derunî bir sükûneti de çizer. Çünkü bunlar o elif’in içinde gizlidir zaten. Ya da musikişinas bir neyzen, notasız üflediği bir neyde yalnızca ses üretmez, kalbindeki boşluğu da dile getirir. Peki, bir hattatın veya bir neyzenin kendisinin hissettiği ve bize de hissettirdiği bu manevî hali yapay zekâ da hissedebilir mi? Bize hissettirebilir mi? Yapay zekâ veya onun tarafından kullanılan bir makinenin ürettiği bir eser, izleyicide huşû oluşmasına neden olabilir mi?

Hazreti Mevlânâ’nın ney için söylediği “ağlayan kamış” metaforunu düşünelim. Neyin sesi, içindeki boşluktan gelir. Aynı şekilde, hüsn-i hat da bir nevi kalbin boşluğunun mürekkebe dökülmesidir. Teknik olarak kusursuz yani mükemmel bir sülüs yazı yazılabilir fakat onun izleyicide oluşturduğu karşılık -içten gelen niyetle- şekillenir. Bu karşılık ise insanîdir. Mustafa Râkım Efendi’nin celî sülüs hattındaki inceliği ele alacak olursak rahatlıkla görürüz ki burada yalnızca bir çizgi ustalığı yoktur. Esasında bir ruh terbiyesi de vardır. Bugünkü teknolojik imkanlarımızla elde ettiğimiz yapay zekâ bu formu taklit edebilir mi? Evet, elbette bunu yapabilir hatta onu daha simetrik bir hâle de getirebilir. Kusursuzlukta daha mükemmelliğe çıkabilir yani. Ama dediğimiz gibi simetri dediğiniz şey insan ruhunun yerini tutamaz. Çünkü daha önce de dile getirdiğimiz gibi sanat bazen kusurda gizlidir, bazen titreyen bir elde bazen de suskun bir nefeste saklıdır. İşte o nefes ya da çizgiyi yapay zekâ üretemez.

Davut Bayraklı

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir