Evden Yuvaya: İskeçe Yolculuklarım

İnsanı rutinleri ayakta tutar ya da yere serer. Yapmak ya da denemek kadar yapmamak ya da denememek de rutin haline gelebilir. Sirkeli su içmek kimsenin içinden gelmez ancak içildiğinde faydalı olduğundan şüphe edilmez. Rutinler de böyledir. Görmeden, hissetmeden çoğu zaman da fark etmeden sizi ileriye taşır ya da geriye götürür. Herkesin, farkında olsa da olmasa da gizlediği ya da açığa vurduğu birtakım rutinleri mutlaka vardır. Benim için bu rutinlerden başında Yunanistan yolculuklarım geliyor. Çocukluğumun başından bu yana hafızama atılan tohumlar zor zamanlarımda gölgesinde nefeslendiğim anılarım haline geldi. Haziran ayı yaklaşmaya başladığında içimde hissettiğim o heyecan yuva sıcaklığına erişeceğimin habercisiydi. Okulların tatil olmasıyla artık bir sabah vakti Şükraniye’den İskeçe’ye giden otobüse bineceğimi bilirdim. Sadece vaktini tam kestiremezdim. Yolculuk günü belli olduğunda o güne çengeli takar ve hızlıca gelmesi için var gücümle makarayı çevirirdim. Hele yola çıkmadan bir gün önce bayramdan farksızdı. Bursa’daki tüm kahveleri içmiş ve tüm enfiyeleri çekmiş gibi bir türlü uykum gelmezdi. 1-2 saat uyuduktan sonra annemden evvel ben uyanır ve onu kaldırmaya giderdim. Sabah ezanına yakın bir vakitte evden çıkıp çoğu zaman yürüyerek bineceğimiz yere giderdik. Ezan biz yolda yürürken okunurdu. Namazın uykudan hayırlı olduğunu bu vesile ile öğrenmiştim.

Otobüse bindikten sonra uyumayan iki kişi olurdu. Şoför ve ben. Yolculuğun sağaltıcı etkisini o zamanlar hissetmeye başlamıştım. Sanki uyursam çok şey kaçıracakmışım ve Karacabey’e vardığımızda doğan güneşi görmezsem içimden bir şey eksilecekmiş gibi hissederdim. Şoförlerin müzik zevklerini ezberlemiştim. Radyoda her zaman ilk önce hareketli pop çalardı. Çünkü müziğin ritmi kahveden, nakaratlar yudumdan farksızdı. Saat on gibi Biga civarına vardığımızda çaylar kahveler içilmiş olur ve müzik birden ağırlaşırdı. Sanat müziği ve türküler çalmaya başladığında yavaş yavaş yolcular uyanır ve mola için homurdanmaya başlardı. Tam bu vakti feribota binişe denk getiren şoförlerin tecrübeli olduğunu bilirdik. Gelibolu’ya giden feribota binmek kahvaltı demekti. Herkes kendi meşrebine göre kahvaltı ederdi. Biz ise domates, salatalık, biber, zeytin gibi hafif kahvaltılıkları tercih ederdik. Zeytinyağı ve peynir eksik olmazdı. Kurutulmuş mevsim meyvelerinden yaptığımız ve “saglok” adını verdiğimiz içeceğimiz çoğunlukla eşlikçi olurdu. Kırk beş dakika süren feribot yolculuğunda Çanakkale Boğazı’nın rüzgarını içime çekerdim. O coğrafyadaki yaşanmışlığın kanıma daha iyi işlemesi temennisiyle… Feribottan indikten sonra Gelibolu’dan ayrılmadan meşhur ufak bir fırından tüm yolcular ekmek alırdı. Bu yolculuğun gizli bir kuralıydı. Koru Dağı’ndan Saros Körfezi’ni gördüğümde artık dedemle anneanneme yaklaştığımı bilirdim. Yolculuğun bu safhalarında kendime mutlaka bir arkadaş edinmiş olurdum. Hayal meyal futbol ve okul hakkında konuştuğumu hatırlıyorum. Keşan’a vardığımızda son yolcuları alır ve İpsala’ya yönelirdik. Sınır kapısında bazen kuyruk olurdu ve çantamda taşıdığım futbol topunu çıkarıp duvar pası yapar ya da sektirirdim. Zihnimde sürekli “garmiçka” ya da okulda yapacağımız çift kale maçlar olurdu.

Her iki gümrükten de geçtikten sonra ülkelere hâkim olan unsurlar kendini belli etmeye başlardı. Yunanistan’a girer girmez zaman yavaşlar ve insanların üzerindeki gerginlik azalmaya başlardı. Meriç Nehri’ni sonra uçsuz bucaksız verimli arazileri izler ve kilometre saymaya başlardım. Sınırdan sonraki son yüz yirmi kilometre bir türlü bitmezdi. İlk önce Dedeağaç’ta yolcular inerdi. Bu yolcular genellikle Batı Trakya’nın yerlileri değil turistler olurdu. Sonra Gümülcine’de yolcuların çoğunluğu inerdi. Biz her zaman en son inen İskeçe yolcuları olurduk. Sahil kesiminde yapılan evlerin birbirine ne kadar benzediğini hiç unutmam. Çok sonraları bunun bilinçli bir belediyecilik anlayışından geldiğini kavradım. Birkaç katlı, bahçeli ve kırmızı kiremitli evler tüm Batı Trakya’da aynı yeknesaklıkta kendisini gösteriyordu. İskeçe’ye vardığımızda dedem bizi karşılardı. Onu gördüğümde otoriter ancak yüreği şefkat dolu bir adam görürdüm. Esnemez ve değişmez ilkeleri vardı. En başta Allah’ı bilmek sonra çalışkanlık ve disiplinli olmak gelirdi. Bir ritüel olarak köye çıkmadan önce ızgara köfte ya da çevirme tavuk mutlaka Müslüman esnaftan alınırdı. Geldiğimiz gibi taksiye biner köye çıkardık. Taksi ile yaklaşık 10-12 dakikalık bir yolculuktan sonra köye varırdık. Anneannem bizi her zaman kapıda karşılardı. Tütün işlerini bitirmiş ve sofrayı hazır etmiş şekilde eşikte yolumuzu gözlerdi. Evin ilk önce bacasını görürdüm ve o bacaya duman veren ateş evden önce içimi ısıtırdı. Anneanneme sarılmak demek yuvaya gelmiş hissine sahip olmaktı. Onun bana gösterdiği şefkat sevgiyi tanımama ve hissetmeme vesile oldu. Bu sayede sevginin varlığını veya yokluğunu sezinleyebiliyorum. Arkadan dedem ve anneannem eve girerdi. Hızlıca sofraya oturur ve dedemin sorularını cevaplardık. Okulun nasıl geçtiğinden başlar ardından yolculuğumuzu sorardı. Anneannem çok az Türkçe biliyordu ancak onun dili sevgi diliydi ve hiçbir şey konuşmasa bile bir bakışı ile sevildiğimi hissederdim. Bursa’dan İskeçe’ye varış benim için aslında evden yuvaya gidişten farksızdı. O eşikten girer girmez muhtemel tütün dizme serüvenlerim, tütün tarlalarındaki yaşanacak muzip olaylar, köydeki akranlarımla oynayacağım oyunlar ve yapacağımız maçlar aklıma gelirdi. Futbol ve voleybol oynayıp basket maçı izlemeyi adet edinmiştim. Her hafta sonu farklı bir köyde yapılan hayırlara (yerel dildeki adı mahya) gitmek ayrı bir heyecandı. Her gittiğim köyü kendi köyümüze benzeyip benzememesi üzerinden değerlendirirdim.

Yemekten sonra ilk önce bahçeye iner mahsul çeşitliliğine bakardım. O sene hangi meyvelerin bol olduğunu öğrenip kendime göre planlama yapmaya başlardım. Ardından bodruma (yerel dildeki adı potana) inip dedemin dizdiği karpuz ve kavunlara bir göz atardım. Emektar katırımızı, daha sonra satacağımız numunelik keçimizi ve yeni civcivlemiş tavukları da boş geçmezdim. Her sene yeri değişebilen tütün kurutma iskelelerimizin yerini tespit etmek en son işimdi çünkü tütün dizmek her zaman eğlenceli değildi. Sonraları anladım ki disiplin kazanmamdaki en büyük etkenlerden biri dedemin tütün dizmeye teşvik edişleriymiş. Rutinin hayatımda yer edişleri böyle başladı ve bunu dedem ve anneanneme borçluyum. Rabbim onlardan razı olsun.

Muhammed Furkan Kâhya

 

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir