Künye: Kültür Dünyamızdan Manzaralar, Dursun Gürlek, Kubbealtı Neşriyat, 6. Baskı, İstanbul, 2017.
***
Şurası bir gerçek ki, eskiden bu kadar Türkçe hatâsı yapılmıyor, bu derece garâbet örnekleri sergilenmiyor, insanın kulak zevkini bozan telaffuz yanlışlıklarına günümüzde olduğu gibi, çok fazla rastlanmıyordu. Çünkü Türkçe sevgisi, gramer bilgisi, yazar ilgisi, dil nâmûsu tabiî ki Şemsiddin Sâmi’nin “Kamus”u az çok hükmünü sürdürüyordu. (Sf. 29)
Edirnekapı mezarlığında yatan Köpekçi Hasan Baba’nın kabir taşındaki yazı şöyle:
Fâtih Câmi-i Şerifi imamının arkasında
Kırk yıl beş vakti edâ eden meşhur
Köpekçi demekle mâruf kubü’l-ârifin
Hasan Efendi hazretlerinin rûhu şerifleri için
El- Fatiha. Sene 1315 (Sayfa 49)
“…Ertesi günü de İstanbul’u gezerek geçirdik. Fatih’e gittik. Fatih’in türbesini ziyaret etmek istedik. Türbe, tozlu, bakımsız, kapısı kapalı ve kapı zinciri vurulup üzerine kilit asılmış halde idi. Pederin o manzara karşısında o günkü ağlayışını unutamam.
– Yâhu, zincir, suçlulara, canilere vurulur. Fatih’in suçu nedir? İstanbul gibi bir beldeyi alıp, evladına, ahfadına, çocuklarına, torunlarına hediye eden bir zâtın türbesi neden kapatılır? (Sayfa 73)
İsmail Fennî Ertuğrul tarafından kaleme alına Vahdet-i Vücud ve Muhyiddin-i Arabî adındaki kitapla, Mehmed Ali Aynî’ye âit olan “Şeyhi Ekberi Niçin Severim?” isimli eserden çok etkilendim. Bu vesileyle belirteyim ki, gerek İslam dünyâsında gerekse batıda en çok okunan, en büyük ilgiyi gören mutasavvıf şahsiyetlerin başında Muhyiddin-i Arabi geliyor. (Sayfa 103)
Ferit Bey, yine bir gün Beyazıt Devlet Kütüphânesi’ne geliyor. Üzgün olduğu, nemli gözlerle etrafa baktığı görülüyor. Kütüphâne’nin müdür yardımcısı Süheyla Hanım “Hayrola Ferid Bey bir rahatsızlığınız mı var?” diye sorunca kendiseie şu enteresan cevabı veriyor: “Evet, bugün bizim hanımı kaybettik. Ama ben ne var ne yok diye şöyle bir kütüphâneye uğrayayım dedim.”
Ferid Bey, hayatının en acılı gününde bile kütüphâneye sığınıyor, kitapların arasında teselli bulmak istiyordu. (Sayfa 111)
Dördüncü Murad’ın sadâret kaymakamı ve sadrâzamı Hâfız Paşa, Fatih’te bir cami yaptırıyor. Bir gece rüyasında Fatih’i görüyor. Padişah, “Niçin benim camimin yanında cami yaptırıp cemaatimi aldın ?” diye çıkışıyor ve boynunu vurduruyor. Hâfız Paşa sabahleyin ilk işi olarak rüyasını tabir ettiriyor. Ne garip bir tecellidir ki, kısa bir süre sonra rüyası gerçekleşiyor. Hâfız Paşa, yetmiş gün sonra ölüyor. (Sayfa 115)
Beyazıt Cami’nin önündeki meydanın bir köşesinde mürekkep vakfı vardı. Burada görevli bulunan memur, her perşembe vazifesini yerine getiriyor; ilimle iştigal eden fakat parası olmayanlara bedava kalem, kâğıt ve mürekkep dağıtıyordu. (Sayfa 141)
Abdülkadir Hazretleri’nin oğlu ilimde ileri bir zat imiş. Bir gün kürsüye çıkıp halka iki saat vaaz vermiş. Sonra Abdülkadir Hazretleri içer girerek: ”Ey cemaat, kusura bakmayın, geç kaldım. Valideniz yumurta pişirecekti, sahanda düşüp kırıldı!” der demez o iki saatlik vaazı kupkuru gözlerle dinleyen halk hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Meseleyi hayretle takip eden oğlu: “Baba, ben iki saat söz söyledim de kimsede bir şevk uyandıramadım. Sen gelişigüzel bir lâkırdı sarf etmekle kıyametleri koptu.” deyince, hazret gülerek: “Şaşma oğul, biri kâl idi, öteki hâl buyurmuş…” (Sayfa 148)
Ahmed bin Ebu’l Havari, tahsilini tamamladıktan sonra, tasavvufa intisap ediyor. Bütün kitaplarına Fırat nehrinin kenarına götürüyor. Orada bir saat kadar ağladıktan sonra, “Allah’ı tanımak için bana rehberlik ettiniz. Artık size ihtiyacım kalmadı!” diyor ve kitapları yok ediyor. (Sayfa 196)
Hazreti Mevlânâ, bir gün semada iken sarhoş da onunla birlikte dönmeye başlıyor. Fakat durmadan Mevlânâ’ya çarpıyor, yine dönmeye devam ediyor. Hazret’in etrafında bulunanlardan birkaç kişi, sarhoşu tutup uzaklaştırıyorlar. Bu arada kavga çıkıyor ve sarhoşu incitiyorlar. Onlara darılan Mevlânâ, kendilerine şöyle sesleniyor:
– Şarabı içen odur, sarhoşluğu ise siz ediyorsunuz? (Sayfa 406)
Aktaran: Ahmet Yusuf Çetin