“Bil ki, şehirler, refah ve onun vasıtalarından matlup olan gayenin hâsıl olması durumunda, milletlerin karar kılmak için edinmiş oldukları ikamet yerleridir. Bu duruma gelen milletler rahatı ve sükûnu tercih eder ve yerleşmek için ev edinme cihetine yönelirler.”
İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde şehri bu şekilde tanımlamış ve insanın birimden (evden) bütüne (şehre) geçiş sürecini temel sebepleriyle belirtmiştir. O, insanın, soğuk ve sıcak gibi şeylerin sebep olacağı ezadan korunmak için etrafının duvarlarla çevrili, üzerinin tavanla örtülü olduğu basit bir ev tanımı yapmıştır. Sonra barınak sahibi olan ahalinin çok sayıda belli bir sahada toplandıklarını ve korunmak için toplandıkları yerin etrafını surlarla çevirerek muhafaza etmeye çalıştıklarını ifa etmiştir. Böylece tek bir kasaba veya tek bir şehir vücuda gelmiş olmaktadır. İbn Haldun, her bir kasabanın kendine özgü sebeplerinden dolayı farklılaştığını ve tüm bu akışı “hadari umranın ilk ve en eski sanatı” olan mimari sanat ile vücuda geldiğini anlatmaktadır.
Lugatta umran kelimesi, etimolojik olarak incelendiğinde mimar kelimesiyle aynı kökte, umr’de (ömür) birleşmektedir. İmar ile şenlendirilmiş olan, bayındır ve mamur kılma, medenilik, saâdet, mutluluk gibi anlamlara gelmektedir. Cemil Meriç ise İbn Haldun’dan referansla umranı “bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimâî ve dînî düzen, âdetler ve inançlar” olarak tanımlamaktadır. 19. asırda üretilen medeniyet kelimesiyle benzer bir anlam içeren umran yukarıda görüldüğü gibi hem lügatte hem de pratikte mimariyle ilişkilidir ve birlikte gelişir. Bu durumda şehri var eden “mimari” ile âdetleri ve inanç sistemiyle şehre etki eden “umran”ın karşılıklı birbirini ürettiği bir nizamdan söz edilebilir. Peki bir İslam şehrini meydana getiren anlayış nedir? Bu anlayışın mimariye ve şehre yansıması nasıl olmuştur?
Her toplum, içinde bulunduğu şartlar ve bu şartları oluşturan coğrafya ve iklim gibi etkenlerden dolayı diğer toplumlardan farklılaşmaktadır. Bu doğal sebeplerin yanında bir de, insan ilişkilerinden neşet eden gelenek ve görenekler ve bunu düzenleyen inanç sistemi vardır. Bu umran içerisinde yaşayan bir insanın eylemlerinde, dünya görüşünde ve hayat tasavvurunda bağlı olduğu inanç sisteminin, gelenek ve göreneklerinin birincil etkide yer alması kaçınılmazdır. Bu mimaride de geçerlidir. Turgut Cansever, mimariyi “insanın çevresini biçimlendirme çabasının bir ürünü” olarak ifade etmektedir. Louis Kahn’ın ifadesiyle de “tasarım sürecinde mimarın tutumunun (esere) yansımasıdır”. Pek tabiîdir ki hadari mimarın tutumunda birincil etken olan umran, eserin biçimlenişinde kendini gösterir. Bu “biçim ifadeleri” de üslubu tayin eder.
İslam şehri tevhid esasına dayanır. İslam’a göre insan eşref-i mahlûkattır. Allah’ın halifesi olarak yaratılıp yeryüzüne gönderilmiştir. Bütün mülk âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. İnsan halife olması hasebiyle bu mülkün emanetçisidir, sahibi değil. Dolayısıyla görevlerinden biri de yeryüzünü Allah’ın hükümleri çerçevesinde hüsn ü muhafaza edip güzelleştirmektir. Bundan hareketle insan, önemli bir gereksinim olan evi ve evlerin bir aradalığıyla oluşan şehri vücuda getirirken varlığın tüm alanlarını kapsayan tevhid anlayışıyla bir biçimlendirme çabası içerisine girer. Ev, tabiat ile uyumlu bir şekilde inşâ edilir. Varlığın dinamik sürecine uygun olarak esnek bir mimaride tasarlanır. Her ev tabiatla uyumlu olmakla birlikte kendi hüviyetini yansıtır. Mahremiyet duygusu, komşusunun güneşini kesmeme, cemaat olma gibi hususların belirlediği standartlarla bir araya gelen evler mahallelerle bir bütün olarak açığa çıkan şehri inşa eder.
İslam şehirlerine üst ölçekten bakılacak olursa yollar ve binaların konumu açısından bir düzensizliğin hâkim olduğu görülür. Yollar doğrusal değildir, evlerin cepheleri her zaman sokakla paralel olmayabilir. Büyük meydanlar yoktur. Bu her ne kadar günümüz şehir mantığına ters gibi gözükse de burada düzensizlik içinde bir düzenden bahsedilebilir. Hâkim iradenin kendini sadece şehir merkezinde ve standartların tayininde görünür kıldığı, geri kalan şehrin aslî unsuru olan evlerin ise kendiliğinden oluştuğu görülebilir. Bu kendiliğinden oluş bir başıbozukluk olarak değil umranın belirlediği “sosyal mesafeler düzeni” içerisinde komşuya, tabiata uygun bir biçimde gerçekleşmektedir. Kendi evinin inşasında söz sahibi, eşrefi mahlûkat olan insan bu hakla değerli ve sorumlu olduğunun bilincindedir. Şehir, doğrusal olmayan, sürekli kavislerle kendiliğinden oluşmuş organik yollarıyla üzerinde yürüyen insana her adımda yeni perspektifler, manzaralar sunmaktadır. Düzensizlikten doğan düzenle İslam şehri, Turgut Cansever’in ifadesiyle “kendiliğinden oluşmuş bir güzellik” olarak açığa çıkmaktadır.
İnanç ve amel birlikteliğinin ürünü olan İslam şehri, umranın birinci belirleyicisi olan tevhid inancının bir yansıması ve yaşanan bir sanattır. “Kesrette vahdet” anlayışının bir yansıması olarak şehre bakacak olursak şöyle bir benzetme yapabiliriz: Nasıl ki her motif kendi içinde bir anlam barındırıyorsa ve bu motifler bir araya gelerek her ne kadar karmaşık gibi görünse de tek bir muhteşem acem halısını oluşturuyorsa, her bir ev de kendi kimliğini muhafaza ederek bulunduğu mahalleyle birlikte bütünde tek bir İslam şehrini oluşturmaktadır.
Safa Meral