Hüküm Gecesi

Künye: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2. Basılış. 1987.

***

Evet! 31 Mart İhtilalinden sonra, iktidara gelen radikal devrimciler hükümetinin dehşetle kapadığı tenkit ve tartışma kapısı ilk defa olarak “Nidayı Hakikat” gazetesinin kuruluşuyla açılmıştır. Ve bu gazetede, kendi imzasıyla yazı yazan iki yazardan biri de Ahmet Kerim’di. (s. 25)

Gerçekten bu Sırrı Bey, eski İttihatçılardan biriydi. Onun için muhalifler arasında adına “Dönme Sırrı” denilirdi. Zavallı Sırrı Bey, belki de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni o kurmuştur. Çünkü tarihçi Murat Beyin bilinen şartlar içinde memlekete dönüşünden sonra, kendi aralarında daha çok birleşmek lüzumunu duyan Jön Türkler’in Mısır’da ve Paris’te yaptıkları toplantıların her ikisinde de o bulunmuştu. “Terakki ve İttihat” bu tarihten başlayaraktır ki Jön Türklük hareketine bayrak oldu. Kahire’de, Ahmet Saip Beyin başkanlığı altında yayınlanan “Şurayı Ümmet” ve Paris’te çıkan “Meşveret” yine bu tarihten itibaren başlıklarının altına “Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin neşir organıdır” cümlesini koydular.  (s.45)

O ölümler güzel, o ölümler tatlıdır ki, bizim kanımızın döküldüğü yerden, yeni bir dünyanın kökleri filiz sürer. Halbuki ideal adını alan bütün fikirlerin ve amaçların kimyevi maddeler gibi düzmece ve iğreti bir hayat ile yaşadığı bu aşağı ve bencil çevrede bir siyaset şehidinin düştüğü yer, kürenin dibine kadar giden sonsuz bir panik uçurumudur. (s. 55)

Şahabettin Süleyman’da mutlaka her yazdığını, yayınlamazdan önce en az beş on kişiye okumak illeti de vardı. “Müthiş yazı” dediği ise devrin Maarif Nazırına bir açık mektuptu, Şahabettin Süleyman, bu açık mektubunda kendisinin kim olduğunu anlatıyor ve hemen bir muallimliğe tayin edilmesini istiyor; “Bu isteğimi yerine getirmezseniz, işte ben de böyle muhalefet yaparım” diyordu. (s. 67)

Bu Neşet Paşa gençliğinde uzun süre Bulgar komitacılarının takibinde bulunmuş bir asker olduğu için politika işlerinde kurşunun ne önemli roller oynadığını pekiyi biliyor ve emekliye ayrıldığı günden beri girmiş bulunduğu muhalefet çevrelerinde konuşulan boş lâfları birer gevezelik olarak dinliyordu. Gümülcineli İsmail ve Miralay Sadık Beylerle bu biricik muhalifti ki, zora zorla karşı koymanın ve hemen silahlı bir harekete geçmenin lüzumuna inanıyordu. (s. 72)

Acaba Hasan Fehmi’nin kaatili gibi bunu da örtbas mı ederler? Kim bilir belki, o da bu da aynı adamdır, vs…. (s. 81)

Ahmet Kerim o gece, Samim’in ölüsünü yalnız bırakarak Sadayı Millet matbaasından ne aşağılaşarak çıkıp gittiklerini unutmayacaktır. Denilebilir ki, o geceye kadar herhangi bir gençten daha dik başlı ve daha asi olmayan Ahmet Kerim’i, bundan böyle her tehlikeyi göze almış kızıl bir ihtilâlciye çeviren sebeplerin başlangıcı bu olmuştur. (s. 82)

Hele Lütfi Fikri Beyin Mahmut Şevket Paşaya hücumu nerdeyse Fransa’da “İnsan Hakları” beyannamesinin ilânı kadar büyük bir hadise sayılmıştı. (s. 117)

Çoğu zaman bir büyük kazadan, yarım kalmış bir intihar teşebbüsünden veya ağır bir hastalıktan henüz kurtulmuş insanlarda hayata karşı doymak bilmez bir iştiha uyanır. (s. 124)

Ahmet Kerim, asil Türkiye’yi saran bu âdi Balkan komitacılığının, İstanbul şehrinin ortasında bile, mütevazı ve sessiz bir aileden nasıl bir eşkıya çetesi çıkardığını, daha bir ay önce kendi gözleriyle görmüş değil miydi? Her memlekette ve her devirde ancak iffetin, saffetin sembolü olan “genç kız” bir siyasi cinayete âlet eden ve şefkat ve merhametin kaynağı Türk anasını yabani bir tuzağa seyirci kılan bu lanetleme zihniyet, bu uğursuz âdet eğer kökleri koparılırken, birtakım ıstıraplara yol açsa bile mutlaka, mutlaka memleketten sökülüp atılmalıydı! (s. 128)

“Of, monşer dedi. Avrupa’dan şu İstanbul’a dönüş yok mu? Her defasında sinirlerimi alt üst ediyor. Bilir misiniz, bu sefer ne keşfettim? Burada hiç kimse sokakta nasıl yürüyeceğini bilmiyor. Herkesin öyle bir zigzag zigzag gidişi, öyle tembel tembel sallanışları, birdenbire öyle bir duruşları, arkalarına bir bakışları var ki, insanı çileden çıkarıyor. Bastonumu elime alarak kaz çobanı gibi bütün halkı önüme katıp süreceğim geliyor. Daha sokakta yürümesini bilmeyen bir halka meşrutiyet! Hah, hah… Kimi aldatmak istiyorlar. Sizi temin ederim. Avrupa’da bu yalana hiç kimse inanmıyor.” Türk Milletinin kafası değişmeden siz ona istediğiniz idare şeklini verin, boşuna…” diyorlar. Monşer, bir kere daha anladım ki, milleti yapan hükümetler değil, hükümeti yapan milletlerdir ve Edmond Desmoulains’in bu tezi çok doğrudur.” (s. 129)

O sıralarda, her yeni muhalif gazetenin çıkışı, halk arasında, Meşrutiyetin ilânı gibi bir tesir yaratıyordu ve bu çeşit gazetelerin her biri, kendi ehemmiyetine göre, hükümetin ve devletin üstünde bir hüküm ve nüfuz kazanıyordu. (s. 132)

Bereket versin ki, Lütfi Fikri Beyin kanunu oldukça yardımlarına yetişmişti. Bu kanuna göre en hafif bir yerme ve kötüleme işi bir gazetenin kapatılmasına yeter sebepti. Fakat, buna karşılık, basın da kendini savunmaya yarar birtakım hilelerle donanmış bulunuyordu. Meselâ bir gazete kapandı mı, hemen ertesi gün yerine bir başka adla yine aynı gazete çıkıyor ve bu bazen herkesi güldüren bir çocuk oyunu halini alıyordu. Nitekim, Tanin ve Tanzimat gazeteleri bir hafta içinde yedi çeşitli adla çıkmış ve sonunda hükümet bu tedbirdeki ciddiyetsizliği görüp gazete kapatmaktan vazgeçmiştir. (s. 133)

Tam o sıralarda ise İttihat ve Terakki hükümeti Avrupa’nın bütün banka gişelerine ayrı ayrı başvurmakta ve Mahmut Şevket Paşanın yapacağı askeri ıslahat işleri için her ne pahasına olursa olsun biraz para aramakta idi. (s. 140)

Bu hamlenin adı 35’inci maddedir. 1908 inkılapçıları artık, kendi keyiflerine boyun eğmeyen Millet Meclisi’ni dağıtmak için padişahı bir sopa gibi kullanmak istiyorlardı. Kanunu Esasi’nin 35’inci maddesi değiştirilirse, padişah lüzum gördüğü vakit Meclisi Mebusan’ı kapatabilecek ve böylece 35’inci madde Democles’in kılıcı gibi daima Mebusan Meclisi’nin başı üzerinde sallanacaktı. İşte, 1908 inkılâpçılarının muhalefeti susturmak için buldukları silah, meşrutiyet rejimi için böylesine tehlikeli bir silâhtı. (s. 142)

Bu sırada, Tevfik Fikret de “95’e Doğru” sunu yazdı. Bu manzume inkılâp ruhuna bağlı bütün samimi aydınları maddenin değiştirmesine düşman etti. (s. 142)

Gümülcineli İsmail askere alınmış, Hayrettin Paşazade Tahir Bey, basın kanununun bilmem hangi maddesine uyularak tevkif olunup Harp Divanınca üç ay hapse mahkûm edilmişti. Rıza Tevfik’in, Gümülcine’de kafasını yarmışlar ve aklınca, Avrupa işi seçim propagandasına çıkan Lütfi fikri Beyi Türkiye’nin iki önemli limanında öyle bir karşılama töreni hazırlamışlardı ki zavallı hatip, ancak, İzmir’de bir alay Rum’a, Beyrut’ta bir sürü Arab’a hiç anlamadıkları Türkçe ile bir iki söz söyleyip şaşkın ve mahcup, dönmek zorunda kalmıştı. (s. 146)

Doğrudan doğruya Dahiliye Nezareti’nin verdiği ödenek ile Hak adında bir gazete, memleketin genç ve yaşlı hemen bütün aydınlarını, bütün edebiyatçılarını, şairlerini, yazarlarını, alimlerini bir araya toplamış, yani İttihat ve Terakki safına çekmişti. Süleyman Nazif gibi kuvvetli bir polemist, bu gazetenin başına getirilmiş, (s. 146)

İttihat ve Terakki Türkçülük hareketini de kendi bağrına almak istiyordu. Şimdiden Sultan Ahmet’te açılan Türk Ocağı ittihat ve Terakki’nin ünlü kişileriyle dolmuştu. (s. 147)

Son mebus seçimlerinde kazanamayan Arnavut beyleri, cahil ve şuursuz, fakat tepeden tırnağa kadar silahlı halk kalabalıklarının başına geçmişler ve her türlü anarşik zorlama vasıtalarıyla Babıâli’yi tazyika, tehdide başlamışlardı. (s. 156)

Aslında gündelik politika ve parti ihtirasları memleketteki bütün diğer çalışmaları yutmuş, hiçbir kimse ve hiçbir zümre için bunun dışında daha asil bir hayat nizamı bulmak imkânını bırakmamıştı. Memleketin her sınıf halk gibi “mütefekkir” ve “münevver” sınıfı da, talihini durmadan değişen siyasi hayat şartlarının keyfine bağlanmıştı. Onlar dai Babıali memurları gibi “Acaba gelen rejim bize giden rejimden biraz daha fazla soluk almak hakkı verecek mi? Acaba bunda, öbüründen ziyade bir refah ve huzura kavuşacak mıyız?” diye düşünüyorlardı. (s. 158)

1911’de gazetecilik henüz bugünkü gelişmeye erişmemişti. Ve intiharlara, cinayetlere yankesicilere baş sayfalarda sütün dolusu yer vermek usulü bu suçlar derecesinde kötü bir iş sayılırdı. Hususile kendine kıyanın, öldürenin veya yankesicınin hüviyeti, ailesi, hususi halleri hakkında uzun uzadıya tafsilat yayınlanması hiç hatıra gelmezdi. Gazetelerin bu çeşitten sosyal vakalar karşısında sanki toyca bir utanışı vardı. (s. 163)

“Abdülhamit bundan daha acıklı bir şey yapmıştır,” dedi. “Türk’ten başka unsurlara sosyal sahada olsun, kültür sahasında olsun en büyük imtiyazları vermiştir. Biraz önce bir Türk sahnesinden bir Türk ammesi önünde Türk milletinin yüzüne tükürmek küstahlığında bulunan Boşo’yu Abdülhamit idaresi hazırladı ve bize hatıra bıraktı.” (s. 184)

Bunun yanında, her ümidi Kamil Paşanın kişiliğine bağlayanlar biraz daha mantıklı görünüyorlardı. Çünkü bundan daha on ay önce, İngiltere Kral ve Kraliçesiyle birlikte çıkarılmış bir fotoğrafı yayınlanan bu “siyaset piri”nin Balkan İttifakı tehlikesini o kralın hükümetine dayanarak defedebilmesi ihtimali birçok kimselerin düşüncesine uygun geliyordu. Gerçekten, İngiltere nezdindeki itibarının en inandırıcı delillerinden biriydi. (s. 198)

Çünkü, felakette bile bu adamla (Ali Kemal kastediliyor) bir görünmek, onunla haşır neşir olmak genç adama tevkif edilmesinin, hapsedilmenin işkencelerinden bir tanesi gibi geliyordu. (s. 230)

Gerçekte, tabiat için güneş ne ise cemiyet için hürriyet oymuş! (s. 234)

Bu arada Hakkı Paşa Londra’ya gitti ve Cavit Bey Fransa ile Almanya arasında mekik dokumağa başladı. (s. 237)

Londra’ya gönderilen Hakkı Paşa heyetinin bütün barış teşebbüsleri kısır kalmıştı. Cavit Bey, Avrupa maliyesi ve bankalarının hiçbir gişesinde kabul yüzü göremiyordu. (s. 251)

Genç adam, ünlü Fransız tarihçilerinden Edgar Quinet’in Yunan tarihinin başına koyduğu önsözde niçin Tanrıdan Fransa’ya “Maraton” gibi bir zafer dilediğini bugün her vakitten daha iyi anlıyordu. Evet, bir millet için her ilerlemenin, her gelişmenin başı mutlaka bir askeri zafere dayanır. Milli deha ancak bir zaferden sonra en özlü meyvalarını verir. Şairler en güzel şiirlerini, ressamla en güzel resimlerini, müzik sanatkârları en seçkin bestelerini ancak böyle bir bayramın ertesinde meydana getirebilir. (s. 251)

Ahmet Kerim de bu “maznun” yığınlarından irinin içine katıldı. İki gün geceli gündüzlü o karakoldan bu karakola sürüklendikten sonra, nihayet Harp Divanı’na verilen birkaç kişi arasında Seraskerlik Kapısının koğuşlarından birine tıkıldı. (s. 278)

(…) bari ölüm dakikasında “Ben ölüyorum, fakat inandığım fikir yaşayacak!” diyebilseydi!. Hayır, ne o ne bu… muhalefetin bütün maskaralıklarına yakından şahit olan Ahmet Kerim, onun ciddiliğine bir an akıl erdirememiş; ona maddi ve manevi bir anarşinin çeşitli görünüşlerinden biri gözüyle bakmış ve işin asıl garibi, İttihat ve Terakki’yi milletteki müspet kuvvetlerin biricik kaynağı saymıştı. Demek ki ne samimi bir surette muhalefeti benimsemiş, ne de İttihat ve Terakki’nin faziletsizliğine, yürekten inanmıştı! Şu halde neyi müdafaa etmiş? Neye karşı yürümüştü? (s. 286)

Ne bahtiyardır o kimseler ki, bunun aksine, ölümlerinden yüz yıl, iki yüz yıl sonra bile, nisyanın ağır kapağını kaldırmak ve bunun altından soluklarını bizim yüzümüze üflemek gücene sahiptirler. Bir kitap, bir hayır işi, bir zafer bunları “insan cinsinin” hayatına paralel bir bekaya eriştirmiştir. Bunlar arasında öyleleri var ki, yattıkları toprakta, kemiklerinden bile iz kalmadığı halde, sözleri bizim ağzımızdan, düşünceleri bizim kafamızda, sevgileri ve nefretleri bizim kalbimizde bir bahar gürlüğüyle tomurcuklarını açmakta ve filizlerini sürmektedir. Bu görüş açısından hangi çağdaş şair Homeros’tan daha canlıdır? Hangi çağdaş filozof bize Sokrat’tan daha yakındır? Ve hangi fitürist, heykelci bizi Fidias’tan daha çok heyecanlandırmak yeteneğini gösterebilir? (s. 297)

 

Edebifikir

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir