Ölüm Kokmayan Çocuklar

Yola çıkalı tam yedi saat geçmişti ama çocuğun ağlaması bir an olsun dinmemişti. Babası oğlunun gözyaşlarını siliyor, kendi gözyaşlarına ekliyordu. Gidecekleri yer büyük şehirdi. Büyük şehir büyük umut demekti baba için. Belki bir doktor sonunda şifa verecekti yavrusuna. Yol uzayıp gidiyordu. Çocuğun ağzı hep yarı açık, benzi sarı, gözleri bitkin. Yaşıtlarına göre zayıf ve çelimsiz. O ağladıkça kardeşi elindeki gofreti ona uzatıyordu. Kardeşi daha konuşamayacak kadar küçüktü ama başka bir dille seslenmek istiyordu abisine. Bu dil yaşa başa bakmadan konuşulan cinstendi çünkü. Küçük oğlan anasının kucağında usluca oturuyordu. Kıvırcık saçları, iri siyah gözleri vardı. Hasta çocuk ne kadar acındırma uyandırıyorsa küçük çocuk da o kadar sevilme uyandırıyor insanın kalbinde. Anneleri de zayıf ve esmerce bir kadın. Başında kirli beyaz bir yazma takılı. Açık boynunda kürek kemikleri neredeyse derisini yırtacak kadar belirgin.

Yol uzayıp gidiyor.

Tüm yolcular uyukluyor. İçerisi sigara, kolonya ve yorgunluk kokuyor. Ağlayan başka çocuklar ve onları sızlayan göğüslerine yaslayan anaları. Her yaraya ekmek çiğneyip basan ve sonunda yaralarını iyi eden insanlar tümü. Çiğnediği ekmeği yutmadan doyan insanlar,  açtıkları barana tohum ekmeden mutlu olan insanlar. Yetinen, avunan insanlar. Şimdi sanki hepsini bir otobüse doldurmuşlar.

Yol uzayıp gidiyor.

Hasta çocuğun babası gözlerinde sakladığı o büyük kederle oğlunun başını okşuyor devamlı. Uyuyup uyanıp ‘Kurtulur mu?’ diye sayıklıyor. Kim bilir kaç doktorun kapısını çalıyor rüyasında bile. Nefesi daralıyor, tükürüğünü yutmakta bile zorlanıyor. Hanımına dönüp ‘Hem büyük şehrin doktoru da büyüktür’ diyor. Ondan karşılık alamayınca sinirleniyor. Ümitsizliğin sırası değil diyor. Kadın cevapsız kalıyor.

Yol uzayıp gidiyor.

Baba oğlunu kokluyor. Çocuk ağlamaktan tükenmiş bir halde boşluğa bakıyor. Tükenmek için yaşamak gerekmez mi oysa? Başı düşüp duruyor çocuğun. Babası çekip tutuyor her seferinde. Kadın, kocasına bakıp iç geçiriyor. Sabaha şehre varacaklar, hemen bir doktora gidecekler. Oğlu şifa bulacak, kocası da bir iş. Belki düzelecek her şey. İçinde bir yerlerde sakladığı ümit kırıntısıyla avutuyor çırpınan yüreğini.

Yol uzayıp gidiyor.

Issız yollardan geçiyorlar ve her virajda sağa sola devriliyor otobüs. Elinde tuttuğu poşete başını eğip öğürenler, çişim geldi diye ağlayan çocuklar, inleyen hastalar… Kusmuk, kolonya, tütün ve ter kokusu ayırt edilemez bir şekilde birbirine girmiş artık. Karanlık yükselerek çepeçevre sarıyor otobüsü ve içindekileri.

Yol uzayıp gidiyor.

Çocuğun ağlayışı sabaha doğru sessizleşiyor. Gönlünce ağlayamayacak kadar tükenmiş sanki. Babası dişlerini sıkıyor bağırmamak için. Kucağında kuş kadar hafif bir şeyi taşırken nasıl oluyor da üzerine dünya devrilmiş gibi hissediyor. Bunu geçirirken aklından bir turunculuk beliriyor gökyüzünde. Camdan dışarı bakıyor ki biraz uzağında evler ve yüksek binalar var. İşte diyor baba. İşte oğlum bak geldik sonunda büyük şehrin kapısına. Gözlerinin içi gülüyor babanın.

Yol yaklaşıyor varılmak istenen yere.

Baba, gözlerinden süzülen yaşları elleriyle savurarak geldik işte oğlum geldik diyor ve çocuğunun saçlarından öpüyor. Bir çocuk ölüm kokmaz ama baba öptüğü başta bir acı hissediyor. Çocuğun yüzünü kendi yüzüne çeviriyor hemen. Çocuğun gözleri yarı açık. Nefesini kontrol ediyor sonra. Çocuk nefessiz. Elini çocuğun kazağından içeri sokup kalbine dokunuyor. Kalbi durmuş. Kendi göğsüne bastırıyor yavrusunun göğsünü. Boynunu öpüp kokluyor defalarca. Kulakları uğulduyor, şakakları sızlıyor, alnında kırışan katlardan ter boşalıyor.

Yol en bitmesin denilen anda bitiyor ve otobüs yavaşlıyor.

Bir ara eşi ile göz göze geliyorlar. Kadın donuk. Kadın mezar gibi. Bakışlarında ‘Biliyordum ben böyle olacağını’ diye bir cümle gizli. Boynuna süzülen yaşlar yol yol olmuş. Yazmasının ucunu dişleriyle sıkıyor bağırmamak için.  Kocasının aklına tarlada doğum sancısı çekerken de yazmasını böyle ağzına alıp sıktığı geliyor. Sanki aynı kader onu da alacakmış gibi koynundan kucağında yatan diğer evladını sıkı sıkıya tutuyor anne.  Otobüs duruyor ve en son onlar iniyorlar. İndiklerinde ‘Yükünüz var mı?’ diye soruyor muavin. Boş boş bakıyorlar adama. Muavin yabancı olduklarını düşünerek soruyu yineliyor ve eliyle bir çuvalı göstererek bu defa daha yüksekçe bir sesle ‘Yükünüz var mı?’ diye soruyor. Yine cevap alamayınca üstelemiyor. Boş verip dönüyor sırtını. Anne ve baba ayaklarını sürüyerek yürüyorlar. Kulaklarına çarpan hırçın bir gürültü var. Belki on adım kadar bile gitmemişken baba -daha fazla dayanamayarak- dizlerinin üstüne düşüyor. Oğlunu ipekten bir örtü gibi dikkatlice yere seriyor. Paltosunu çıkarıp sarıyor evladını içine. Hıçkırarak ağlıyor sonra. Birkaç kişi ne olduğuna anlam veremeden uzaktan seyrediyorlar adamı. Anasının kucağında duran küçük çocuk babası ağladıkça hıçkırıyor.

Bir evlat acısı, bir evlat hıçkırığı, bir gariban anne baba gelmiş şehre. İşte burada bu büyük şehirde babanın bağrında derin bir yara açılıp genişliyor. Ekmek çiğnemekle iyileşemeyecek o biricik yara.

Kübra Tolak

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir