Oğlunun kısık çığlığıyla uyanan adam, çocuğun odasına gidip yatağını boş görünce, telâşla dış kapıya yöneldi. Çocuk, bahçedeki kuyunun başında hareketsiz bir şekilde duruyordu.
– Oğlum!
– Baba! Baba!
– Ne oldu? Neyin var oğlum?
– Baba bir düş gördüm.
– Hayır olsun?!
– Bir düş içinden, bir düşe kaçırdılar beni, yüzlerce düşüncenin içine düştüm, içime binlerce vesvese üşüştü.
– Oğlum ne diyorsun?!
– Beni kollarımda tutup bir meydana götürdüler! Elime bir kılıç verdiklerinde hıncahınç bir kalabalık hep bir ağızdan bağırmaya başladı:
“Vur! Vur! Vur! Vur!” Kılıcı kaldırıp bir adamın boynunu vurdum, adam gülümseyerek; “Ene’l-Hakk”, dedi! “Ene’l-Hakk” yazdı yere dökülen kan. Dağıldı kaygılı kalabalık dört bir yana.
Sonra beni alıp götürdüler en güzel düşe; Ebûkubeys dağının eteğinde, kayaları kavrulmuş bir vadide, iç içe açılan odaların sonuncusunda kutlu bir kadın gördüm doğum döşeğinde. Misk-ü amber taşıyan uslu bir rüzgâr, okşarken tül perdeleri; nur topu bir çocuk doğurdu. Sevinçten el çırpıp “Ene’l-Hakk” dedi ebeler… Sonra yolumuz çöle düştü. Kıl çadırın önünde, süt sağan, keçi sahibi kadın, yüzündeki çizgilerde, aziz bir misafiri ağırlamanın bahtiyarlığıyla “Ene’l-Hakk” dedi. Dörtnala çölü aşıp giden, sağrısı sırılsıklam, göğsünden terler akan soylu Arap atlarının üstünde, soylu adamlar, Heraklius’un karşısına çıkıp peygamber davetini haykırdılar:
“Ene’l-Hakk.”
Hüsrev daveti duyunca yüzünü ekşitti. O yüzden kötü bir düşe düştü: Yalın kılıç bir yiğit gelip boynunu biçti. Toplandı bütün ilahlar, mermer sütunlu salonda. Her kafadan bir ses yükseldi. Çölün içinden, ayağında sandalet, elinde kıpkırmızı güllerle çıka geldi bir güzel; “Ene’l-Hakk” dedi, yıkıldı bütün ilahlar. Önce Hübel yıkıldı, sonra Hürmüz. Ve Zeus! Ah şeytan zekâ! Eriyip saklandı çarmıhın gövdesinde.
Yedi iklim dört bucak; cenk ettik, ses verdik, renk verdik, tat verdik, muştuladık âlemi…
Sonra beni alıp başka bir düşe götürdüler. Karanlık çağlar düşüne: Talan vurmuş vadilerden, kurumuş nehirlerden geçtim. Şam-ı Şerif’ten geçtim baba! Göğü bombalanmış şehirlerden… Aklını yitirmiş kadınlar, ölmüş çocuklarını gezdiriyorlardı kucaklarında. Çocukların ağızlarından yerlere damlayan kan “Ene’l-Hakk” yazıyordu. “Ene’l-Hakk” yazıyordu bütün sokaklarda! Birçok şehir gördüm duvarlarında “Ene’l-Hakk” yazıyordu. “Ene’l-Hakk” yazıyordu, saksısız pencere önlerinde, güvercinsiz avlularda, annesiz eşiklerde…
-Deryaların dibinde-, balıklar sürü sürü kaçtı insan oğlundan baba, -bulutların üstünde- kuşlar katar katar… Zulüm her yere bulaştı.
Bana bir sır verildi baba! Her şey bu yüzden oldu. Bu yüzden bütün çektiğim acılar. Bu yüzden bütün çocuklar gözlerimin önünde öldürüldü.
Baba ne olur beni sakla, yoksa beni öldürecekler yahut aklımı kaçıracağım!
Adam, oğlunun başına bir şey gelmesinden korktu. -İyi de bir baba oğlunu nereye saklayabilir?- Adam düşüne dururken, yanı başında ki kuyuyu fark etti. -Öyle ya! İnsanın, kendi kılıçlarından korunmasının en iyi yolu, yine kendi kuyusunda saklanmak değil midir?- Adam hemen bir urgan bulup, bir ucunu oğlunun beline bağladı. Öbür ucunu da kendi beline… Çocuğu yavaş yavaş kuyuya indirmeye başladı. İpin bittiği yerde kuyu da bitti! Adam kuyunun ağzından içeri seslendi: “Oğlum!” Fakat bir cevap alamadı. Bu sefer biraz daha yüksek bir sesle “Oğluum!” dedi. Yine cevap alamayınca ciğerlerini acıyla doldurarak “Oğluuuum!” diye seslendi. Adamın sesi kuyunun içinde yankılana yankılana kaybolup gidince, karanlık ve dipsiz kuyudan bir inilti yükseldi; “Ene’l-Hakk.”
Tahir Tarık Balıkçı
3 Yorum