Güneşin, perde aralığından gözlerime püskürttüğü ışıltıyla uyandım. Işıltı. Kelimeler, tercihler, bilinçaltılar… Üzerinde durmayacağım. Başımı biraz sağa ya da sola kaydırarak uyunabilir, ışıksızlığa ulaşabilir ve kaldığım yerden uyumaya devam edebilirdim. Perdeyi çekebilir veya nispeten daha karanlık olan yan odaya geçebilirdim. Kardeşimin göz bandını bile kullanabilirdim. Yapmadım. İnsan bir karar alınca her şey o karara uyması için bir işaretmiş gibi geliyor. Uyandım.
Doğrulup saçlarımı topladım, özensiz yapılmış dağınık topuzların güzelliğine hiç inanmadım. Ensemde kalan, tokamın kabul etmediği saçlarıma aldırmadım. Yastığımı sırılsıklam ıslatan, başımdaki ağrının müsebbibi gözyaşlarıma da aldırmadım. İçleri taşlarla doldurulmuş kadar ağır ve ayaklarımı sızlatan terliklerimi giyip -panduf sevimli bir kelime olduğu için terlik- yatağımı toparladım. Biraz sonra perdeyi tamamen açınca kurusun diye yastığımı yatağın üzerine atıverdim. Atıvererek öfke gösterisi yaptım sanırım. Buna da aldırmadım.
Terapistimin tavsiyesi üzerine, altını çize çize söylediği gibi, istemesem de kahvaltı yaptım. Karbonhidratı az, proteini çok, sağlıklı yağlar içeren yeşil bir kahvaltı. Buraya kadar istekliydim, bu defa olacaktı, hissediyordum. Sonra hazırlanıp aynanın karşısına geçince sol kaşımın üzerindeki henüz kabuk bağlamış yaraya takıldı gözlerim, ağlamaya başladım. Ağlayınca, her ağladığımda olduğu gibi sağ elim sol kaşımın üzerini kaşımaya başladı. Birileri gözlerimden süzülenleri görmesin diye siper ettiğim elimin böyle geçmeyen bir yaraya sebep olacağını nereden bilebilirdim. Üstelik yüzüm, gözüm kan içinde kalana kadar bunun farkına bile varamıyordum. İlk başlarda böyle değildi tabii ki, sadece kaşıyordum. Zamanla daha sert kaşımaya başladım, sonra tahriş olan derim kanamaya, sonra bu yara kabuk bağlamaya…
Yüzümü yıkayıp kuruladıktan sonra, kahverengi yağmurluğumu üzerime geçirip aynaya bakmadan dışarı çıktım. Terapistimin tavsiyelerine uymaya yürüyerek devam edecektim, ciğerlerime temiz hava filan… Eve dönünce de düşündüğüm, hissettiğim, düşünmemeyi ve hissetmemeyi başaramadığım her şeyi not alacaktım. Bu kadın beni somut şeylerle meşgul ederek mutsuzluğumu unutturmaya çalışıyor galiba. Olsun, bu kez bütün tavsiyelerine uyacağım. Hayatımda hiçbir şey değişmese bile, ben başka türlü olması için elimden gelen her şeyi yapmış olacağım. Belki böylece, en azından, üzgün olduğum her an ve işlerim aksarken ve beklentileri karşılayamazken, denedim, diyebilirim.
İki yıldır düzensiz aralıklarla gidiyorum Efsun Hanım’ın ofisine. İki yıldır ağlama nöbetlerimden ve sol kaşımın üzerindeki devamlı yaradan kurtulmaya çalışıyorum. İki yılın hemen öncesindeki yedi ay boyunca bunların kurtulmam gereken şeyler olduğunu düşünmediğim ve beni uyarmaya çalışan hiç kimseyi dinlemediğim için hayatımda yer eden iki alışkanlık… Nasıl birden dâhil oluverdiler hayatıma hiç hatırlamıyorum, demek isterdim. Hatırlıyorum.
Eve döndükten bir buçuk ay sonraydı, kahvaltı yapıyorduk, annem, kardeşim ve Sevil teyze. Konu bana geldi birden. Neden, dediler. Kimse onlara pat diye bu sorunun sorulmayacağını öğretmemişti, alınmadım. Gülümsedim, geçiştirdim, nasip, kısmet, kader dedim. Böyle cevaplanırdı, öğretmişlerdi. Sofrayı kaldırıp bulaşıkları yıkadıktan sonra kahve yaptım, sade Türk kahvesiydi, acayip acıydı, çok net hatırlıyorum. Kahvelerimizi içtikten sonra annem ve Sevil Teyze pazara çıktılar, onların ardından kardeşim de çıktı, nereye gitmişti hatırlayamıyorum. Ben salonda, yarısına kadar telveli fincanlarla kaldım. Neden, dedim. Bu sorunun pat diye sorulmayacağını bildiğim halde üstelik. Gülümsedim, geçiştirdim, nasip, kısmet, kader, dedim. Böyle cevaplanırdı, öğrenmiştim. Odanın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş fotoğraflara baktım sonra. Sonra televizyonun sağındaki albümü alıp karıştırdım. Okula başlamışım, pikniğe gitmişiz, resim yapıyoruz kardeşimle, mezuniyet, düğün… Düğün? Neden, demiyorum. Bakmaya devam ediyorum. Babamın hacdan dönüşü, ben yokum fotoğrafta. Kardeşimin mezuniyeti, yokum. Annem, Sevil Teyze, Sevil Teyze’nin kızı Suna, sokağımızdaki başka anneler ve kızları… Ben yokum. Ağlamaya başlıyorum. O gün bu gündür ağlıyorum. Allah’tan çocuğumuz yoktu, diyorum, kim bilir nasıl etkilenirdi. Ama zaten olsaydı, diyorum. Belki…
Hayatını uysallığa adamış olan ben, ilk ve son âsiliğimle çıkıverip gittiğim fotoğraf karelerine geri dönerek dâhil olamıyordum. Karşılaştığım herkesin ağzının içinde, sormamak için zor dayandığı sorular debeleniyordu. Annemi utandırmıştım. Yapamamıştım.
Dışarı çıktığımda yüzüme çarpan serinlik iyi geldi, apartmanın önünde gözlerimi kapayıp bekledim biraz, yüzüne üflenmiş bebekler gibi… Boğuluyormuş ya da boğulmaktan son anda kurtulmuş gibi.
Yürürken daha az yürünmüş yolları, dar sokakları, boş parkları tercih ettim, ağlamamayı başaramazsam alnımı kaşımak zorunda kalmayayım diye. Kaldı ki bu ne kadar bilinçle yaptığım bir şey hâlâ bilmiyorum.
Bizim sokağa geldiğimde birkaç adım gerimde beni takip ettiğini düşündüğüm birini fark ettim. Dikkatimi çektikten sonra yaklaşık yüz metre daha yürüdüm, belki iki ya da üç yüz metredir uzaklık algım iyi değil, hâlâ arkamda, birkaç adım gerimde olduğunu hissedince durdum. Cesaretimi toplayıp gözlerine bakabilecek gücü kendimde bulduğumda arkama döndüm. Kahverengi yağmurluklu bana çok benzeyen, -kendimin aynısı!- bir kadınla karşılaştım. Böyle bir şaşkınlığı en son… Hayır, hiç böyle bir şaşkınlık yaşamadım. Niye beni takip ediyorsun? Sen kimsin? Neden? Bunları da soramadım. Sağ elim gözlerimin önünden süzülüp sol kaşımın üzerine… Nasıl? Onun da sol eli, sağ kaşının üzeri…
– Abla…
Tam burada jijujiuijt sesiyle kameranın daha geniş açıdan çekmeye başlayıp ellerinde kocaman bir aynayla yüz, iki yüz ya da üç yüz metredir beni takip eden ama fark edemediğim abileri göstermesi gerekirdi. Ama bu bir film değil. Kamera filan yok.
– Abla çekilir misin?
Çekiliyorum.
Şadiye Sare Kaplan
6 Yorum