Samimiyetin Diyarı Safranbolu

Bazı şehirler vardır, ilk ayak basışınızda sanki yıllardır bu şehrin eksikliğini hissediyormuş hissine kapılırsınız. Sanki o şehir ruhunuzun sokaklara ve caddelere bürünmüş halidir. Ben bu şehirim, bu şehir benim dersiniz. Bunları düşünürken kendinizi, kendinizi tavaf ederken bulursunuz. Nereye baksanız kendinizi görürsünüz. O şehirde bir eksiklik görürseniz canınız acır, güzellik görünce sevincinizden utanırsınız. Utanabildiğinize sevinirsiniz. Ben hep burayı aramışım, burası da beni beklemiş dersiniz. İşte Safranbolu bana tüm bunları yaşattı. Gecenin karanlığını yırtarcasına bana gözlerindeki ışıltıyı gösterdi. Ve gülümsedi. Bana yüzünü gösterir göstermez vurulduğumu hissettim. Safranbolu’ya. Sadeliğine. Güzelliğine.

Otogara vardığımda gece yarısıydı. Buradan Nimet Hanım Konağı’na yürüyerek on beş dakikada ulaştım. Geceyi burada geçirecektim. İşletme sahibi Metin Bey gece geç saat olmasına rağmen ilgisini esirgemedi. Bu kadar iyi karşılanacağımı tahmin etmemiştim. Kaldığım odada envai çeşit kitap vardı. Kitapların içinde kayboldum ve bir süre vaktin nasıl geçtiğini anlamadım. 4-5 saatlik bir uykunun ardından aşağıya inip Metin Bey’le sohbet etmeye başladım. Kendisinin Mersinli olduğunu öğrenince sadece Safranbolu hakkında değil memleketi hakkında da epey konuştuk. Mersin’in değişen çehresinden coğrafyasına, insanından kent kültürüne kadar birçok konuya değindik. Oradan ayrıldığımda Safranbolu bende iyi intibalar oluşturmaya başlamıştı bile.

Görmek istediğim yerler merkezin biraz uzağında kaldığı için bir taksi tuttum. Taksiciyle el yakmaz bir fiyata anlaştık. Şoför, bir banka emeklisi olan Ayhan beydi. Beni ilk önce bir adı da Bulak olan Mencilis Mağarası’na götürdü. Mağara 6 km uzunluğa sahip ama ziyaretçilere sadece 400 metresi açık. Burası yaklaşık 3 milyon yıl önce oluşmaya başlamış. 3 milyon yıllık bir oluşumun eseri olan sarkıt ve dikitler insanda mehabet duygusunu uyandırıyor. Henüz rehber gelmediği için mağarayı tek başıma gezdim. Sadece ayak seslerimin eşlik ettiği bu yürüyüşten aldığım hazzı rehber eşliğinde almam mümkün değildi. Kim bilir, bu ayak sesleri kendi mağaramda ben’ime doğru yürüyüşümün dünyadaki akisleriydi. Bu ihtimal bile umutlanmama yetti.

Ardından soluğu Tokatlı Kanyonu’nda aldım. Kanyona giriş yapmadan evvel Kristal terası yaşamalıydım. Sünbüli havaların güneşli havaya doğru döndüğü rüzgârlı günler fotoğraf çekmek için idealdir. Zira birçok rengi ve renk tonunu aynı anda yakalamak mümkündür. Benim gidişimde işte böyle bir hava vardı. Eşine az rastlanır görüntülere şahit olduğumu söyleyebilirim. Kanyona indiğimde kimsecikler yoktu. Toprak nemliydi ve mis gibi kokusunu etrafa salmıştı. Toprak kokusu. İnsanın, ölümün ve de dirilişin… Kanyonu çok beğendim. Doğallıktan ödün verilmeden çok güzel bir alan oluşturulmuş. Kanyona inerken kullanılan merdivenler ve aşağısındaki ahşap yapılar insanın göz zevkini bozmuyor. Sallanmak isteyenler için salıncak bile yapılmış. Uzun ve yürünebilir bir parkuru var. Fotoğraf ve doğa yürüyüşü meraklıları için iyi bir mekân diyebilirim.

Safranbolu’nun en şahsına münhasır yerlerinden birisi de Yörük Köyü. Köyün sokaklarında gezdiğimde içim ürperdi. Ölüm sessizliği hâkimdi. Köyün Bektaşilikten semboller taşıyan bir çamaşırhanesi var. İçindeki 12 taş 12 imamı temsil ediyor. Köyde çok az insan yaşıyor. Bazı konaklar kaderine terk edilmiş, bazıları ise restore edilerek korunmuş. Ziyaretçilerin içini gezebilecekleri tek konak Sipahioğlu Konağı. Oranın sahibi ise Filiz Teyze. Yörük köyü denilince akla evleri ile birlikte o geliyor. Çok misafirperver ve cana yakın birisi. Ondan evin inşâ edilişindeki incelikleri dinleyince hayran kaldım. Kıblesinden tuvaletine, oda tasarımından kullanılan malzemeye kadar her şey düşünülerek inşa edilmişti. Artık emindim. Safranbolu’ya tutulmuş ve kendimi buralardan biri olarak hissetmeye başlamıştım.

Hıdırlık tepesi tarihi Safranbolu evlerini cepheden gören bir tepe. Manzarası fena değil. Kaymakamlar Gezi Evi denilen konakta eski Safranbolu Kültürü yaşatılmaya çalışılmış. Duvarlardaki kısa bilgilendirme yazıları gayet başarılı. Merkezde Ortodoks kilisesinden çevrilmiş olan Ulu Cami var. Taş işçiliğinin hakkını teslim ettim. Bu cami, kıblesinin sonradan düzeltilmesi ile de meşhur. Tam karşısında yöresel yemekler yapan bir yer var. Burası Peruhi olarak bilinen peynirli tereyağı bol makarna-mantı benzeri yemeğiyle meşhur. Orijinal bir tat olduğunu söyleyebilirim. Safranlı lokum es geçilmemesi gereken bir lezzet. Ve tabiî ki el yapımı elma sirkeleri. Bu sirkeler muhteşem bir kıvama sahip. Kırmızı elmadan yapılanı da var beyaz elmadan yapılanı da.

Cinci Han devindirilerek yaşatılmaya çalışılan nadir yerlerden bir tanesi. Yapının ihtişamı etkileyiciydi. İçinde kahve içmek ve konaklamak mümkün. Hemen yanında Köprülü Mehmet Paşa Camii var. Bahçesinde de güneş saati. Cami çok mütevazı ve doğal bir görünüme sahip. Caminin içi dışarıdan daha soğuktu. Havanın biraz güneşli olması caminin kendiliğinden soğumasına yetiyor. Caminin çıkışında karşınıza demirciler çarşısı geliyor. Çeşit çeşit figürlerin işlenip şekil verilmiş halini bulmanız mümkün. Ben lale başlıklı büyükçe bir anahtar aldım. Lale İstanbul’un simgesi. O anahtar ise benim nezdimde Safranbolu’nun. Safranbolu’da tarihi doku muntazam şekilde korunmuş. Hem küçük evler hem sokaklar hem de konaklar varlıklarını idame ettirmeye çalışıyor. Sokaklar muazzam bir estetiğe ve güzelliğe sahip. Taşla döşeli bu yollara baktığınızda herhangi bir sunilik görmeniz mümkün değil. Sokaklar her zaman cazibeli gelmiştir ama Safranbolu sokakları beni adeta büyüledi. İstemsizce tebessüm ettirdi.

Safranbolu’da en etkilendiğim yerlerden birisi Kahve Müzesi oldu. Kurucusu Semih Bey ile tanışıp sohbet etme imkânım da. Kahve üzerine akıcı bir sohbet gerçekleştirdik. Kahve festivali düzenlenmesi için girişimlerde bulunduğunu ve Atilla Turan beyefendi ile beraber bir kahve kitabı yazdığını öğrendim. Kitabı çıkar çıkmaz haber vereceği hususunda kendisinden söz aldım. Müzede kahvenin serencamını ehlinden dinledim. Ayrıca kahvesini de tattım. Ben Hatay usulü süvari kahveyi tercih ettim. Sunum da kahve de güzeldi. Oradan ayrıldıktan sonra Tabakhane’yi ziyaret ettim. Eskiden dericilerin loncası olan bu mekân kullanılır hale getirilip salep ve çay içilebilen bir yer haline getirilmiş. Salep içtim. Çok lezizdi. Buranın anı defterlerinden birine not düştükten sonra vedalaşıp ayrıldım. Buranın işletmecileri bana çocuklarıymışım gibi muamele etti. Beni hayır dualarıyla uğurladılar.

Karanlık bastığında, karanlık yanım aydınlık yanıma ağır bastı. Saat kulesinin yanına yeni gelmiştim. Zihnimde bir hareketlenme başladı. Zaman kavramını düşünmeye başladım. Varlığı bilinen ama duyumsanamayandı. İçinde yaşadığım ama içimde yaşayamadığımdı. Yaşadığım hiçbir şey geçmişte olmamış, hepsi yaşadığım anda olmuştu. Yaşayacağım ne varsa onlar da gelecekte olmayacak yine anda olacaktı. Sadece ben onları geçmişe ait görecek ya da geleceğe yük olarak yükleyecektim. Hep ben diyorum. Bir benden bahsediyorum. Peki ben gerçekten var mıyım? Kendimi geçmişte mi arıyorum? Anın içinde miyim? Yoksa geleceğe yüklediğim en büyük yük kendim miyim? Üzerimden bu çiğliği atıp bir ‘ben’liğe kavuşabilecek miyim? Zamanın dili laldır, konuşamaz. Üstelik kendi görünmez. Sadece gösterir. Bense körüm. Ne kendimi görebiliyorum ne zamanın gösterdiklerini. Zaman karşısında mahsun olmak isterdim ama şu an mahzunum. Madun. Ve de mağlup.

Muhammed Furkan Kâhya

Balkan Ruhlu Şehir: Sakarya

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • mükerrer hata , 04/03/2020

    Tarihi şehirlerin iki ayrı garip tanıyanı vardır. Birisi gezginleri, diğeri yaşayanları.
    Gezginler, yaşayanlarından yaşanmışlık izlerini öğrenmek isterler. Kimi zaman ibrettir gaye kimi zaman da tarihi vesika elde etmek. Herkes elinde olanı sunar en nihayetinde.
    Gariptir demiştim ya yazının başında; hem gezgine, hem de yaşayana. Ne gezgin anlayabilir tam manası ile şehri ne de yaşayanı. Yaşayanları zaten üç günlük nafaka peşindedir çoğu zaman. Gariptir eskiden kalma hanlar, camiler, kervansaraylar. Yaşayanlar hakkıyla işleyememiştir yaşanmışlıkları duvarlara, kağıtlara, zihinlere. Olanların akılda kalanları ile yetinir şimdilerde yaşayanlar.
    Gezginlere garip dedim ki onlarınki elbette gezginliğin kaderindendir. Gezgin arar kah yer yüzünde kah kendi yüzünde. Gezginin garipliği bitecektir elbet, Hakk’ı bulduğunda yüreğinde…

    Furkan Kardeşimin kalemine, yüreğine sağlık.

  • Raşit aktay , 04/03/2020

    Güzel gezi yazı için furkan beye teşekkür ediyorum.
    Kendisine bir sorum olacak.
    Safranboluya ikinci gidişinde bu hazzı yaşayabilecek mi ?
    Her gidişinde kendini buldugun gitmezsen kaybolacagin bir yer varken, başka yerleri gezmek ne katar kişiye? Onun yanında olmadığını bilmekten başka…

    • Muhammed Furkan , 04/03/2020

      Bu sorunun cevabını ancak bize yolları sevdiren Allah bilir Raşit Bey kardeşim

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir