Huyumdur; yolculuklara başlangıç için kentin mahmur olduğu vakitleri seçerim. Kentin bilincinin tam yerinde olmadığı ama uyanık olduğu zamanlardan bahsediyorum. Yani henüz şehrin karanlığından soyunmadığı ama buna hazırlandığı. Niçin yapıyorum bunu? Fısıltıları duyabilmek için tabiî ki. Herkesin işittiği ama çok az kişinin duyabildiği. Bazen lodos taşır bu fısıltıları bazen poyraz. Kadim bir kuraldır bu. Şehir, sesini, sokaklarında esen yellerin içine gizler. Bu ses rüzgâr duvarı yaladığında, elektrik direklerine sürtündüğünde ya da ağaç yapraklarını titreştirdiğinde duyulabilir ancak. İşitmek için ilave bir çaba gerekmez ama duymak kolay değildir. Bunun için duyumsamak gerekir. Yani algılamak ve anlamlandırmak. Şehrin kendine has bir dili vardır. O dili bilene sesini duyurur ve o dilden anlayanla konuşur. Bu dilin bir alfabesi yok. Nasıl öğrenilir onu da bilmiyorum. Tek bildiğim ancak kendisiyle konuşmayı öğrenenin bu dili öğrenebileceği.
Evden çıktığımda saat beşti. Üç günlük alternatifli bir programım vardı. Sakarya geçiş şehrimdi. En başta Safranbolu sonra Kastamonu gezinin can damarları olduğu için kalış şehirlerim olacaktı. Bursa terminaline gidecek otobüse binmek için yürürken Kuzey Anadolu gezimi zihnimde yaşamaya başlamıştım. Sakarya beni Balkanlarda hissettirebilecek miydi? Kastamonu kendini korumaya devam ediyor muydu? En önemlisi Safranbolu bana yüzünü gösterecek miydi? Şehirleri gezmek için değil, âdeta yaşamak için gidiyordum. Duyabilmek için yola düşmüştüm. Şehrin bağrından gelen bir mırıltı ya da iniltiyi.
Sakarya otogarına geldiğimde otogarın bîtap haline üzüldüm. Bu şehrin böyle cansız bir otogarı olmamalıydı. Şehir merkezine giden servislere bindiğimde her zaman yaptığım gibi şoförle sohbet etmeye başladım. Biraz sonra konu Uzan ailesine geldi. Meğer Uzan ailesi Sakarya’nın yerlileri tarafından çok seviliyormuş. Hatta şoför beyefendi “Kim Uzanları sevmiyorsa bilin ki Sakaryalı değildir” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Cem Uzan Türkiye’ye gelse ne güzel olur gibi temennilerde bulundu. Şaşkınlıkla dinledim. Neden Uzan ailesini seviyorsunuz diye sordum. Depremde fakirlere çok yardım ettiler, nasıl unutulur dedi. Burada insanoğlunun menfaat gördüğüne karşı tarafsız olmasının ne kadar zor olduğuna bir kez daha şahit oldum.
Öğleye doğru şehrin içinde yürümeye başladım. Meşhur köfteci Mustafa’ya gittim. O gün ıslama köfteden istediğim lezzeti alamadım ama el yapımı sirkesi ve şırası çok güzeldi. Keza açık ayranı da öyle. Kurukahveci Tanyeri henüz yeni yeni sanal âleme adım atsa da ehlinin bileceği bir yer. Boşnak bir aile işletiyor. Dükkânın insanın merakını celbeden bir dekoru var. Kahveler tüketmeye alışık olduğumuz tatta değil. Hemen çekilip taze taze müşteriye verildiği için biraz daha acı bir tadı var. Bu yüzden benim gibi saf kahve sevenler için ideal. Biraz hasbihal ettikten sonra kurukahveciden ayrıldım. Geniş caddelerde dikkatimi çeken ilk şey esnaf lokantaları, köfteci ve kebapçıların önünde büyükçe bal kabakları olması oldu. İnsan gövdesi büyüklüğünde kabaklar aklıma Nasreddin Hoca’nın meşhur menkıbesini getirdi. Tebessüm edip yoluma devam ettim.
Uzun Çarşı’ya girdiğimde kendimi Gümülcine’de hissettim. O uzun çarşı sokağının taş döşemeleri ve binalarda renkler dışında yeknesaklığın yakalanması bende iyi bir intibâ bıraktı. Sakarya esnafı çarşıyı dondurarak değil devindirerek korumuş. Buna çok sevindim. Çarşı’da iki tane cami var. Tozlu Camii ve Orta camii. İlki tam bir görgüsüzlük örneği ikincisi ise mütevazılık. Orijinal bir cami yapılmak istenirken rüküş bir bina yapılmış. Orta Camii ise öyle güzel ki içinden çıkasım gelmedi. Bir başına. Garip. Kalabalıklar içinde yalnız. Kendiyle baş başa.
Orta Camii’nin tam karşı çaprazında Parıldar ekmek fırını var. Çarşı esnafının ekmeklerini yapan fırın. Ufak olduğu kadar müşterisi bol bir yer ve tüm çalışanları misafirperver. Ne sorduysam tane tane cevapladılar. Şehrin sırlarını ve kodlarını en iyi esnaflar bilir. Ben de kabak tatlısı ve yoğurtlu döner nerede yenir diye sordum. Tatlı için bir sokak arkada Menemenci diye bir dükkânı tarif etti. Döner içinse Dönerci Ömer’i ve Ada Kebapçısı’nı… İlk önce kabak tatlısını yemeye gittim. Muhteşemdi. Hatay’ın kireç kaymağına yatırılmış kabak tatlısından ziyade Sakarya’nın fırınlanmış kabak tatlısı her zaman favorimdir. Yoğurtlu döner için gittiğimde Dönerci Ömer malzemesini bitirmişti. Mecburen Ada Kebapçısına gittim. Tadına baktıktan sonra yapılış usulünü sordum. Tahmin ettiğim gibi ekmekleri ıslatmak için ilikli kemik suyu kullanıyorlardı. Not defterime sorduğum birkaç sorunun daha cevabını ve bende bıraktığı intibaı yazdıktan sonra müsaade isteyip ayrıldım.
Şimdi şehri hissetme zamanıydı. Yani yürüme. Kararında ama dikkatli adımlarla. Ara sokakları göz ardı etmeden. Adapazarı’ndan Çark Caddesi’ne de uğrayarak Serdivan’a geçtiğimde şehir sakinleşti. Çark Caddesi’nden yürürken ilk fark ettiğim gençlerin her an olay çıkacakmış gibi gergin olmaları oldu. Yüzleri gülüyordu ama etrafı süzüşleri anormaldi. Kasıla kasıla en az üçlü gruplar halinde yürüyorlardı. Biraz garipsedim. Serdivan’da yatay mimarinin hâkim olması şehrin çirkin bir silüete bürünmesini engellemişti. Şehitliğin şehre nazır bir konumu var. İnsanda, haşyet duygusunu uyandırıyor. Mavi Durak’ın az ilerisindeki Ekşi Fırın es geçilemeyecek kadar önemli bir yer benim için. Türkiye’nin en iyi ekşi mayalı ekmek yapan fırınlarından biri olan bu işletmeye halk yeterli ilgiyi göstermiyor. Bunda biraz ekmek fiyatlarının etkisi biraz da halkın düzen dışına çıkmak istememesi etkili olmuş sanırım. Çeşitler ve ürün repertuarı gayet iyi.
Bir şehri dirileri kadar ölüleri de anlatır. Şehri seslerinden ziyade sessizliğinden yola çıkarak tanımak isteyenler, mezarlıkları mutlaka ziyaret ederler. Bu herkesin tercih ettiği bir yöntem değildir ama en asil olanıdır. Zihnimde bunları düşünürken kendimi Serdivan Mahalle Mezarlığı’nda buldum. Kabirler arasında dolanmaya başladım. Bir an durdum. Dışım suskundu. İçimi de susturdum. O an beni şehirlere çeken şeyin cezbesine tutuldum. Benle beraber her şey durdu. Zaman, sesler, rüzgâr, hayat… Ben sustum mezarlık konuştu. Başımı öne eğdim onlar anlattı. Sadece dinledim. Yüzlerine bakmaya cesaret edemedim. Zaten baksaydım da göremeyecektim. Duymakla yetinmeyi bilmeyenin ne haddine görmek. Derin ve serin bir duyuştu bu. Topraktan, sinelerden gelen seslerin sessizliğiydi. İçimdeki ötekiyi zangır zangır titreten.
Muhammed Furkan Kâhya
1 Yorum