Büyük yazarların hemen hepsinde belli bir rutin var ve eserlerini ortaya koyarken bu ilginç rutinlere bağlı kalıyorlar. Mesela Balzac’ın günde kırk fincan kahve içmesi, kahve yapmaya imkânı olmadığında ise kahve çekirdeği çiğnemesi bana çok garip gelmişti. Öyle ya, bir insan kendi bünyesini bu kadar zorlayacak bir şeyi neden yapar? Gerçi Balzac üzerinden bu meseleleri daha önce de yazmıştım. Bu kez, aynı sohbeti açmamın nedeni Orhan Veli… Şu bizim Garip bir Orhan Veli var ya, işte o… Şairliği hakkında tartışma olsa da bana göre bu gereksiz bir tartışmadır zira yazdıklarını hiçbir zaman şiir olarak göremedim. Şair bir duruşu, şair bir sezgisi vardır belki ama bu meziyetler onu şair yapmıyor maalesef. Şimdi denilecek ki “Orhan Veli Kanık, şiir kitaplarıyla, yazılarıyla bilinir ve Türk Edebiyatı’nda da şair diye anılır.”
İşin bu kısmına bir itirazım yok. Ben, tamamen şahsi kanaatimi dile getiriyorum. Birkaç şiir kitabıyla şair olunamayacağına inanıyorum. Ancak Orhan Veli’nin yeni öğrendiğim bir yönü var ki, bana hemen Balzac’ı hatırlattı. Genç yaşta hayatını kaybeden Orhan Veli, kahve tiryakiliği ile bilinirmiş. Ancak ilerleyen dönemlerde bu tiryakiliğini abartıp büyük bardaklarla ve günde yedi, sekiz bardak kahve içmeye başlamış. Acaba Balzac’tan mı rol çalmış diye düşünmedim de değil hani. Ancak her yazarın kendisine ait bir rutini ya da bu tarz takıntıları oluyor. Şiirden, şiirselliği kovmaya gayret eden, klasik şiirin biçimini beğenmeyen bir garip Orhan Veli, kahve takıntısını abartırken Orhan Kemal de kahvehanelere kafayı takmış bir yazarımızdır. Yazara göre kahvehaneler bir çeşit laboratuvar imiş. Öykü, roman ve oyunlarından tanıdığımız yazarın kahvehane takıntısı Orhan Veli’ye göre daha bir işlevsel galiba. Çünkü Orhan Kemal öykü ve romanlarından kurguladığı karakterleri büyük ihtimalle bu kahvehanelerden topluyordu.
Aynı durumu öykücülüğümüzün en usta kalemlerinden birisi olan Sait Faik Abasıyanık’ta da görüyoruz. Sait Faik, her ne kadar Orhan Kemal gibi kahvehane kahvehane gezmese de, kendisine bahsedilen ilginç bir kişilik ya da karakter duyduğunda hemen oraya gider ve bu kişiyi uzaktan izlermiş. Daha sonra da öykülerinde karakter olarak okuyucusunun karşısına dikermiş adamı. Belki de bu gerçeklikten, bizzat hayattan alınma karakterler yüzünden onun öyküleri bizi hemen yakalıyor, sarıyor.
Sait Faik kadar olmasa da sosyal hayatın içine girerek eserini oluşturmaya çalışan bir diğer edebiyatçımız, ünlü oyun yazarı Haldun Taner’dir. Yazı rutinini bilmesem de Keşanlı Ali Destanı isimli oyunu için yaptıkları, bana, yazarın yazı masasının ne kadar sıra dışı alanlara yer açabileceğini gösteriyor. Haldun Taner, Keşanlı Ali Destanı’nı yazarken gerçekliği daha iyi yakalayabilmek adına bir taşralı gibi giyinmiş. Müstear bir isimle Altındağ’da bir gecekondu tutmuş ve orada da yaşamış bir süre. Eserin gerçekliği buradan mı geliyor derseniz, buna verilecek net bir cevabım yok. Ben sadece yazarın ve eserin arka planında kalan bir yönü varsa ona odaklanmaya çalışıyorum. Belki bu vesileyle hem esere hem de yazara birkaç adım daha yaklaşabiliriz. İşte o zaman eserin, yazarın dünyasını ne kadar yansıttığına ve ya gerçeklik olgusunu ne kadar taşıdığına karar verebiliriz.
Yaşadığı döneme göre farklı şiir anlayışıyla dikkatimi çeken Asaf Halet Çelebi de, çoğumuza garip gelecek yönleri olan bir isimdir. Kısa ömrüne dört şiir kitabı sığdıran Asaf Halet’in tüm şiirleri bir kitapta toplandığı zaman almış ve 120 sayfa olduğunu görünce de şaşırmıştım. Başa dönecek olursak, az ya da çok şiirle değil de kaliteli şiirle şair olunacağının en güzel örneği Asaf Halet, en kötü örneği ise Orhan Veli’dir kanaatimce.
Asaf Halet, milletvekili seçimlerinde bağımsız aday olmuş, parklarda, meydanlarda nutuklar atmaktan çekinmemiş garip bir simadır. Kısa boylu ve toparlak çehreli bu Çelebi adam, iyi şiirler yazarken ceketinin yakasına iliştirdiği çiçeğin kökünü, mendil cebinde taşıdığı küçük bir şişedeki suyla besleyen birisidir. Onun bu tarzı çevresinde tuhaf karşılansa da, hayatını incelediğimiz yerli ve yabancı birçok şair ve yazarda daha tuhaflarına şahitlik ettik.
Öldüğü zaman son söz olarak “Kedilerimi iyi doyurunuz” olan Hüseyin Rahmi, yüz tane eldivene sahip birisi olarak Asaf Halet’ten daha az garip değildi. Örgü örmesini seven romancımız, bu işi yaparken de yeni usulleri kullanmaz eski usulle yani tığla örerdi. Değişik çeşitlerde reçel yapan ve bundan haz alan Hüseyin Rahmi, belki de yazı masasından kalkma ihtiyacı hissettiği demlerde kendisini böyle rahatlatıyordu, kim bilir.
Her zaman şikâyet eden ve şikâyet etmekten zevk alan Tevfik Fikret, buzlu kompostolara bayılan ama nazımdaki ustalığına rağmen nesir yazmakta gayet başarısız olan bir şairdi. Ancak Fikret’in en ilginç yanı hiç kuşkusuz evinde, şeklini kendi tasarladığı dik yakalı, omuzdan düğmeli, yakası işlemeli gömlekler giymesiydi. Rivayetlere bakarsanız Tevfik Fikret, bu gömleklerin ilhamını ünlü Rus yazarı Tolstoy’dan almış. Giyim kuşam konusunda Fikret’in buluşu sadece bu gömleklerden ibaret değildi. Şairimiz, zamanında bir kadın çarşafı da icat etmiş. Pek küçük bir pelerin, arkadan uzun bir iğneyle tutturuluyordu. Bu iğne çıkınca çarşaf, bir an içinde gayet şık bir kostüm tayyör oluyordu. İlk defa kendi eşi Nazime Hanım’ın giydiği bu çarşaf modeli, anlatılanlara bakarsanız o dönem İstanbul’un kibar muhitlerinde moda da olmuş.
Recaizade Mahmut Ekrem, yirmisinden sonra hemen sakal bırakan, ince, zarifti bir şair olarak resmedilir. Her ne kadar şiirlerini pek beğenmesem de Ekrem, ilginç bir adamdır. Recaizade Ekrem, kâğıtları dizlerinde tutar, kamış kalemle yazarmış. En küçük bir mektup için bile müsvedde yapar, devamlı düzeltmelerde bulunur, beğenmediği kelimeleri yeniden düzeltir, değiştirir, saatlerce işitilmemiş kelime ararmış.
Davut Bayraklı
2 Yorum