Hale Sungur’un elinden gelen sadece yaşamaya devam etmek.
***
“Hangi kapıyı aralayacağını hiç düşünme, düşünmekle kaybettiğin zamanın telafisi olmayacak. Aç birini, unutma kaderinden hiç kaçamayacaksın.” Aynı cümleyi tekrar ede ede ne çok kapı aralayıp, ne çok rüzgârın kırağısını hissettik yüzümüzde.
Sayısız rüzgâr esip geçti, geçti her şey. Geçmedi rüzgâra katılma tutkusu. Rüzgârlı insanlar, ferahlıklarını da alıp gittiler. Giderken bıraktıkları kokunun ıtırı kaybolmak üzere. Nereye varsak sonuna ancak yetiştik, kalanı yetmedi ciğerlerimizi doldurmaya.
Sıcak yaz gecelerinde, arı kovanlarını tek tek dolaşıp dinlediğimiz zaman, ertesi gün hangisinin oğul vereceğinin habercisi olan o ötüşü duymak ne kadar heyecan vericiydi! Ertesi gün devasa bir üzüm salkımı gibi sarktıkları daldan avuçlayıp kovana koyabilecek kadar uysallaşan arılara dokunmanın sıcaklığı, bebekleri okşamaya benziyordu.
Varsın birileri arının balından, çiçeğin tozundan, polenin bilmem nesinden söz ede dursun. Türün bekâsı için üreme zorunluluğundan dem vursun. Bu aslında hiç de öyle değil. Yalnızca oğul ötüşüyle ayakta durduklarını biliyoruz biz arıların.
Epeydir ne kovan dinliyoruz, ne de arıları kokluyoruz. Gözümüz yalnızca arı kuşlarında. Temel besini arılar olan bu yakışıklı ve zarif kuşlar, şimşek hızında yakalayıveriyorlar uçuşan arıları. Geceleri kirpiler, ölümcül sessizlikleriyle, karınlarını doyurmak için kovanların başından öteye gitmiyorlar.
İşte araladığımız kapıların arkası, saçımız, kirpiğimiz kırağı içinde. Gidenlerin özlemi kemiğe dayanmış bıçaktan farksız. Nereye gideceğimizi de bilmiyoruz. İçimizde bir şeyler kırılıyor sürekli, kimseye söyleyemiyoruz. Arı kuşları başımızın üzerinde değil, başımızın tam içinde, çığlık çığlığa dört dönüyorlar durmadan. Bir parçacık uçuşacak gibi olduğumuzda, hızla atılıp, taşlıklarında öğütüyorlar uçuşlarımızı. Kalıyoruz öylece…
Dışımızda hayli çabuk ilerleyen zamanı artık bütün beklentilerden âzat ettiğimiz için, bu yararsız çarkın tek dişlisine bile dokunmadan, olduğumuz yerde kış uykusuna yatmış arılar gibiyiz. İlginç olanı, bizi uykuda yakalamasını umduğumuz ölümü beklerken, bir yandan da baharda oğul verecek bir muştuyu derinlerde bir yerlerde hâlâ hissedebiliyoruz.
Var olanlardan, hayatın sunduğu üstün sadelikten muştu devşirme sanatından başka bir şey değildir belki de bütün anlatılar. Ocağı tutuşturan kıvılcımda, ocakta kaynayan tencerede, tabağa değen kaşık sesinde de aynı oğul ötüşünü duymak pekâlâ mümkün olabilir.
Rüyalarımıza giren ölülerden öğrendiklerimize göre, dünya hayatı dedikleri aslında ölümü umutla, umudu ölümle efsunlayıp, olabildiğince allayıp pullamaktan ibaret. Kurduğumuz hayallerin yansımasının biz olabilme ihtimali de hayli yüksek. Yani mümkündür, cesetlerden birinin bu rüyanın kendi rüyası olduğunu kulağımıza fısıldaması.
Göz açıp kapama mesafesinde her şey. Arı kuşlarına, kokusuz rüzgârlara, kusurlu yön tayinlerine, dönüp baktığımızda kaybolan nirengi noktalarına, her adımda üzerine basılması muhtemel kirpilere, bir türlü dinmeyen soğuk hava dalgasına rağmen ilerliyoruz.
Uyanıp acemice kanat çırpmaktan, sonra düşmelerden kalkmalardan, yine kanatlanmalardan… Çağrısı dinmeyen oğul ötüşünün hevesiyle, kırıntılarından yine, yeni, yeniden usanmadan toparlayıp umudu, yol arıyoruz. O muştunun hürmetine hiç canımız acımıyor. Sayısız defa yenilip, hiç yanılmadan kendimizden bile esirgediğimiz bir sevecenlikle benimsiyoruz mağlubiyetlerimizi. Yanılmıyoruz, çünkü ölümün sözünde durduğuna hayatta hiç bir şeyden emin olmadığımız kadar eminiz.
Hale Sungur
2 Yorum